30 Aralık 2012 Pazar

"O kadar kendimden uzak bir ay geçirdim ki"
"O da birşey mi? ben kendimden uzak bir ömür geçirdim." dedi ses.

28 Aralık 2012 Cuma

Sesi neredeyse gergin "merhaba" dedi. Şaşırmıştım aramasına aslında, sevinmiştim de bir yandan, merhaba dedim. "biz hisara kahvaltıya gideceğiz  ege'yle,sen de gelsene" dedi. Cümleyi o kadar çabuk, o kadar mutsuz söylemişti ki, içim burkuldu bir an. Bu hali biliyordum. İnsan günlerce evden çıkmaz. Evin duvarları batmaya başlar artık. Eşyaları görmek eziyet. Beraber çok da vakit geçirmediğin birini çaresizce arama halleri. Sadece insana ihtiyacım var. Bana eşlik et. Sesini duymaya, sadece "anne" değilken olduğum günlerdeki gibi, herhangi bir şeyden konuşmaya ihtiyacım var. "Geleyim. Ne zaman çıkarsınız?" dedim. O gergin,mutsuz ses, gevşeyiverdi birden, "yarım saatte çıkmış oluruz."

18 Aralık 2012 Salı

Nefes alışverişlerini yavaşlat şimdi. Dışarıya, yeni inşa edilen kent merkezinin gökdelenlerine bak. Şimdilerde yeniden keşfedilmiş arka sokaklar. Kafanı yüksek pencerenin altındaki duvara vurmak istiyorsun biliyorum. Nefesini tut, sonra ağır ağır bırak. Ama çok sigara içtiğinden yakında nasıl anfizem koah olup boğulacağını anlamak için değil. Sadece biraz daha sakinleşmek için. Bu anın geçeceğini, daha dingin, daha az kaygılı zamanlarının geleceğini düşün.

15 Aralık 2012 Cumartesi

    Bu sene de sona erer mi ki dersin? Hani bazen olurya, arapsaçına dönmüş yaşam, herkes bir ucundan tutmuş çekiştiriyor seni, en sonunda ortadan yarılıvereceksin bu gereksiz rollerin arasında, haberleri yok. Olsa da vazgeçerlermiydi emin değilim.
   Başkan'ın toplantısına geç giriyorum, efendi olup, kusura bakmayın diyorum. Geçmiş olsun nasıl çocuk diyor.(Sadece çocuk değil, kızım!) İyi şimdi sağolun diyorum, kısa özet geçiriyorum rahatsızlığını. İdarecilerin doğal bir iticiliği vardır. Başkan öyle değil. İnsanın aman daha çok çalışayım da bu hep başkan kalsın diyesi geliyor.  "sizin durumunuzu biliyoruz Semiha hanım" diyor babacanla şefkat arası bir ses tonuyla. Ama yaşının küçüklüğünden mi yoksa sevimli yüzünden mi, birşey bu görüntüye, beyaz mobilyalara, geniş odanın ağır dokusuna zıt düşüyor.İçimden  gülümseyerek  bak söz yapacağım verdiğin işleri, az daha zaman ver diyorum, dışımdan yine gülümseyerek sadece sessizce uzun konuşmasını dikkatle dinliyorum.

13 Kasım 2012 Salı

Esaslı bir korku duygusundan öyle bir mahrum bırakıyor ki şu sıradan yaşam insanı, rüyada bile olsa buna benzer birşeyle karşılaştığında kendini koyvermek, iliklerine kadar bunu hissetmek yerine, şaşkınlık duyuyor. A, evet sanırım gerçekten korktum, olabilir mi, bu korku olabilirmi? Korku yerine salt kaygıyı bıraktığından, elimizde kalan en şiddetli duygu kaygı oluveriyor.
"Eve gitmek istemiyorum. Korkuyorum. Yalnızım, kızım da yok bu gece."
"Ben korkmayı o kadar özledim ki. Sanki insan korkarsa, aynı şiddetle neşelenebilir, yada hüzünlenebilir, yada birşey hissedebilir. Korkmak, üşümek gibi, insanın bütün hücreleriyle yaşadığını hissettirebilir. Bense sadece bıkkın bir halle rutinlerimde dolanıp duruyorum. Yalnızsın ve koşa koşa eve gidip bu yalnızlğını keyfine varacağına bundan duyduğun rahatsızlığı mı söylüyorsun? Yalnızsın ve zaman senin, koşturmanın, telaşlarının, yükümlülüklerinin olmadığı anı nasıl kaçıracağını planlamaya çalışıyorsun?"
Belki de bu bir kadının sadece "seni istiyorum" diyemeyeceği bir erkeğe sarfedilmiş davet cümlesidir. Belki de hayat, bu küçük oyunlarla örülüdür. Ah benim kadın bedenine yerleştirilmiş cinsiyetsiz beynim.
Kasa da oturan sevimli kız  gülümsüyor.
"Bu kitabı kim alacak diye merak ediyordum. Aslında daha dün geldi, kimse almaz ben okurum diye düşünmüştüm."
Esmer ince bir kadın, yüzünde gençliğinin verdiği telaşsız hal. Çevresine yayılan  sıcaklık.
"Ben okuyunca size getiririm" diye cevaplıyorum.
"Aslında bu işe girerken, bir sürü kitap okuyabileceğimi düşünmüştüm. Ama hiç öyle olmuyor. Bir sürü evrak işi var aslında" Elindeki fatura yığınını kasanın durduğu geniş tezgahın öbür tarafına koyuyor. "akşam 9'a kadar zaten buralardayım, bu işlerle uğraşıyorum, sonrasında da eve gidip dinleniyorum zaten, yoruluyorum".
Oysa hiç yorgun bir hali yok. Tam tersine, yolun başındayım ve hazırım diyor görüntüsü.
"Bende bir kitapçıda çalışmanın bir sürü kitap okuyabilmek anlamına geldiğini sanırdım" diyorum gülümseyerek.
"Bende, bu işe böyle girdim zaten, ama hiç öyle olmadı. Televizyonu da kaldırdım üstelik, biliyormusunuz geçen gün de böyle olmuştu, biri çok okumayı istediğim kitabı almıştı, sonra bir arkadaşımın evinde gördüm aynı kitabı, atladım hemen, woolf'tu galiba."
Bu cümleden sonra sohbete devam etmek yada aralanan woolf kapısından geriye dönmek gerekiyordu. Oturup bu kızla saatlerce konuşabilirdim. Köşede ki kafede birer kahve içip, neden okuduğumuzu, ve neden yazdığımızı  anlatırdık. Ya da gündelik hayatın ne kadar yaşamak istediğimizin dışında dayatmalardan oluştuğunu (artık böyle cümleler kurmasam da onun yaşlarında böyle hissettiğimi hatırlıyorum) .
Sadece gülümseyip parayı uzattım. Kızım kasanın önünde duran küçük müzik kutularıyla oynuyordu. "Onlardan alamayız hayır" dedim sadece.
 "Kendim için bakmıyorum. Doğum günü hediyesi için.."
Yakında gideceği doğum günü partisi. Devam etmek için küçük motivasyonlar. (Dolphin, sende beni uzak denizlere götürecek  umudum ol). Kasadaki sevimli kız bu sefer kızıma bakıyor. Konuşmaya devam etmek istiyor, bütün yorgun, bıkkın halime rağmen. 
"Gözlüklerin çok güzelmiş" diyor, kızım hiç tepki vermiyor, sadece bir yabancı onun için ve asla yabancılara iyi yada kötü tepki vermez. Duymamış gibi o tarafa bakmıyor bile, ben gülümsüyorum yavaşça kitapçıdan çıkarken.

8 Kasım 2012 Perşembe

Dolphin ve ben nehrin kenarında oturmuş konuşuyoruz. Oturduğumuz yamaçtan nehre en az beş metre, sen de on metre. Atlarmsın atlayamazmısın. E atlarım atlamasına da dolphinciğim, malum insanoğlu, çivileme atlamayı icat etmişse de ve serde denize suya aşık olmak da varken yinede zor ihtimal; ben bu yaşımda kendimi önce nehire bırakayım, sona denize ulaşayım. Dolphin inatçı ama, vazgeçmiyor,  "sende olmuşsun bir herif" diyor o garip şivesiyle, "atlarsın, hemde denize ulaşırsın". Bir de sevimli gülümseyişi var arada. Gaza geldim geleceğim, atıvereceğim kendimi, ne olursa olsun diyeceğim, zaten herşey birbirine karışmış, arapsaçına dönmüş yaşam, denize ulaşıp balığa dönüşmek varken, olur mu olur, ne trafik derdi, ne kızın yeni başlayan ergenlik halleri, komşunun gelen saç boyası, hiç biri kalmaz, uçup gider, büyük balık küçük balık takılır gideriz, dolphinle. Ama arada kasımın soğuk rüzgarı vuruyor yüzüme. Yav dolphin,iyi de bu sendeki sevimli gülümseyiş sadece anatomik yapındanmış aslında gülümsemiyormuşsun diyorlar doğrumudur diye mırıldanıyorum. Geçen youtube da izledim, feci hırpaladı bir tanesi valla yanındaki beşeri, diyeceğim geliyor, Dolphin anlıyor, olmayan kaşları çatılıyor. Ah Dolphin, ayrı dünyalardanız, haydi ben kendi karasal yaşamıma, sen kendi sularına. Ulan karasal yaşamda böyle sudan geliyor en temelinde hacı, demesin mi bir de, bilmiş bilmiş. Yok bir kere, herif falan değilim ben,bakma her halta bulaşmışlığıma, düpedüz naif bir anneyim, çocuğun okuldan dönüşü yaklaştı, yemek yapmam lazım, haydi sağlıcakla deyip ayrılıyorum gündüzdüşümden.

31 Ekim 2012 Çarşamba


Sevgili telve,

Hayat akar, biz kenarında durup tanıklık eder, bazen maruz kalırız. Döndüm geldim yine şehre. Gitmek de dönmek de zorlayıcı oluyor artık. Okunmamış e postalar birikir, bazen çok beklediğin bir tanesi kaybolur gider arada ve günlerce sonra okursun. Dönüşün, gidişinden anlamlı olsun.

11 Ekim 2012 Perşembe

    Oturmuş da bir türkü tutturmuş değildim zaten. Kaşlarımı çatmış,huysuzlanma kıvamındaydım daha çok. Geçecek, geçecek, bugünlerde geçecek. Kızım kendisinden 4 yaş küçük komşu oğluna şöyle diyordu, "evet, orda kalacaksın, bir yere ayrılmayacaksın, orda mutlu olduğunu düşün, ne kadar hoş bir koridor olduğunu düşün, kendini iyi hisset, bak böyle de güzel, o zaman sıkılmazsın" 6 yaşındaki çocuğu koridorun küçük bir köşesinden ayrılmamaya ikna etmeye çalışıyordu kendince. Arka odada  komşu ve ben onları dinliyorduk. Çocuk her zamanki hiç tamamlamadığı "ama.. ama.."larıyla kekeliyordu. Fırsatı bulduğunda onu şikayet edecek, hatta yapmadığı şeyleri yaptığını söyleyerek cezalandırılmasını bekleyecekti, "ama" şimdi karşı koyamıyor, birşey söyleyemeden dinliyordu. Çocuk, annesi ile ablasının duruma kayıtsızlığı ile kızımın aklı evvel psikopatlığı arasında sıkışmış gibiydi.

(Kuzucuğum, sana bu ismi verdim,sesli bir harf ile biten, ki rahat rahat bağırabileyim)

4 Ekim 2012 Perşembe

Sevgili Sonbahar,

Bunca zaman sizi bekledikten sonra hala gelmeyişinizi biraz eksik kalmış hüzünle karşıladığımı ifade etmek isterim. Zira en sevdiğim mevsimsiniz, bunu bilmeyişiniz bile beni şaşırtıyor doğrusu. Her ne kadar bu gecikmede  hoyratça yaşayışımızın  payı olsa da yinede kendinden menkul bir durummuş gibi sizi suçlamaya eğilimliyiz. Ne de olmasa insanız. Kendimizi değil, ötekini suçlama, en kuvvetli savunmamız. Bu artık yazın, gereksiz sıcağın tam da hiçbirşeyin zamanında yetişmediği, hep koşturmak, hep çırpınmak gereken bir dönemde nasıl bıktırıcı olduğunu bilemezsiniz. Yokluğunuzun ruhumuzda yarattığı zedelenmeyi şiddetle yağacak esaslı bir yağmur dışında ne giderebilir ki? Artık özletmeyin, vakit biraz geçmiş olsa da gelin.

27 Eylül 2012 Perşembe

Sol yanımdan üzerime üzerime gelen cip azması araç iyice sağa kırıp, birde kulağımın dibinde kornaya basınca, oturduğum koltukta irkilip öfkeyle baktım sürücüye. Sürücü de bana on numaralı bakışıyla baktı. Mesai tam bitmemiş, kızın okuluna yetişebilmek için erken çıkmış, gün boyu, bir o işten bir bu işe  yetişmeyeceği kesin olan birşeyler için didinip durmuştum, yorgundum, trafikte takılmadan zamanında okulun önünde olabilmek için cambazlıklar ediyordum, sonra kızı alıp doktora yarım saat içinde yetişmeliydik. Yani hep koşmalı hep yetişmeliydik, ve bu cip azması, yolumu kesip, beni bir araç geri bıraktığı gibi bir de bir hoş bir hoş bakabiliyordu. Bu beni etkileyecek olması muhtemel birşey miydi?  Akıl, fikir, izan. Yoksa arabamın camlarını kaplayan  inşaat tozu ile kuş çıktısı karışımı bir örtünün altında çok mu kayda değer bir görüntü vardı. Çok yorgundum ve kafamı öncama vurmak istiyordum defalarca, böylesine yeterli bir sarsıntının  beynimde ki uyuşma halini çözebileceğini düşünüyordum.

23 Eylül 2012 Pazar

Sessiz sakin pazar. Hava da ılık.Evden çıkmak zorunda da değilim. Mutlu mu olasım var ne. Bir genel olumluluk hali, nedensiz, yersiz. İyi giden, iyiye giden de birşey yokken. Oysa hayat, Yeni Cesur Dünya misali.

15 Eylül 2012 Cumartesi

Biliyormusun telve, buralara sonbahar hiç gelmedi. Hala kupkuru, tozlu, sıcak. Dönüp de karmaşanın içinde buluverdim kendimi. Neredeyse yolun dörtte üçünü tamamlamışken ergen hallerim var bir de, görsen, kimse beni anlamıyor, kimse beni sevmiyor. Bu hislerim kendimi bile güldürse de. Bu bedene başka bir ruh koysalar herhalde yapamıyorum, yetiştiremiyorum çığlıkları arasında ezilir, ben balkona çıkıp çam ağaçların izliyorum, bazen çıkan hafif rüzgarda usulca sallanıyorlar, hani gecenin geç vakitlerinde, vakitsiz yanan gökdelen ışıklarından sarhoş olmuş martılara doğru, sallanıyorlar, bazen bir uçak geçiyor, iki apartmanın çatısının  tam ortasında bir yerden. Uyku uzakülke. Yine kaçıp gidiyor benden.

13 Eylül 2012 Perşembe

Altı günlük maratonun sonu. Yorgunum. Çok yorgunum. "Sende yoruldun"lar, ya da "ne iş yaptın ki"ler arasında gidip gelen hayat. Ne yaptım? sürekli kendimi karadeniz otobanında, otomatik vites kullanmaktan pas tutmuş sol ayağım debriyaj üzerinde titrek gezinirken, yol aldığım gece vakitlerinde hatırlıyorum.  Yıldızsız bir gökyüzü altında, nedense sol yanım boyunca karanlığın ve sessizliğin dibine vurmuş karadenizin bir kenarından ürkek ilerleyişim. Bu tabii ki hepimiz için iyi olacak. Bir yerden bir yere yerleşme yerelleşme yada köklerine dönme çabaları. Hayır hayır, bu değildi istedikleri. Başka birşeydi belki. O yüzelli metrekare evin, pılını pırtını toplarken, yedi yıldır birikmiş evi, birkaç karton kutuya sığdırmaya çalışırken, ansızın  çok geçmişten fırlayıp gelen, huzursuz, mutsuz günlerinin artığı olarak gözüne batan eşyalarla, çok sefil, çok perişan ama çok eğlendiğin günlerin anıları bir arada, bu tuhaf bir aradalığın yada yüzeye çıkışın iç burkan yoruculuğu. Yolculuk mu demeliydim yoksa.

4 Eylül 2012 Salı

Hala beynim pelte gibi. Birde panik duygusu var. Arada geliyor, kör bir panik duygusu, hedefi belli olmayan bir ok, yay geriliyor, geriliyor. Beynim ne zaman eskisi gibi olacak? ya da ben ne zaman menapoza giren kadınlar gibi tuhaf sıcak basmalarından, anlamsız sinir nöbetlerinden ve hafif ama sürekli başağrısından kurtulacağım. Ne oluyor anlamıyorum ki.
"O benim için beyaz atlı prensti, anlıyormusun?"
   Hayır. Birşey anlamıyordum. Gözlerimi masa da duran sigara paketine dikmiştim. Onu istiyordum. Başka birşey duyabilecek halde değildim.
Sorusuna yine kendi cevap veriyordu.
"Ah, ne kadar safmışım oysa ki. Ne kadar körmüşüm. Bütün bunlar gerçek sandım."
"Daha ne kadar gerçek olabilir ki? Bak evlendin, barklandın, mutlu bir yuvan oldu işte, üstelik yaşadığı vicdan azabıyla her dediğini yapacak gibi görünüyor madem? Akıl başka ne istesin ki?"
"Akıl?" dedi yüzüme bakarak. 
"Benim aklım, yüreğim, ve hatta tüm bedenim, her hücrem, şu masada duran sigara paketinden bir tane alıp içmek istiyor. Senin böyle bir cümlen var mı? Yok, beyaz atlı prensim gitti deyip duruyorsun, Akıldan devam edeceksin o zaman.."
Anlamsız anlamsız baktı uzunca. Sonra başını iki yana salladı, "eğleniyorsun sen benimle" diye mırıldandı sadece. "Hem ne oldu sana ne bu böyle birden sigarayı bırakmaya çalışmalar?" Bu kendisi dışına çıkabildiği tek andı.
"Aldattı beni adi sigara. Cezalandırıyorum hem kendimi hem onu."
Bu sefer bana gerçekten kızmıştı sanırım.

31 Ağustos 2012 Cuma

Gidinin dünyasında, böyle bir bağımlılık varmıydı ki? Günlerdir, kafamın içi boşaltılmış, acı ve paranoya içinde kıvranarak evle iş arasında gidip geliyordum. Sandığımın aksine ilk 24 saat rahat geçmişti. Zaman geçtikçe, krizlerin şiddeti çok artıyordu, iki kriz arası geçen zaman uzasa da. Birde iki krizin, beyin köpüğe dönüşmüşken, birleşmesi hali vardı. İkinci gün, hıçkıra hıçkıra  ağlayarak geçti. Bir önceki bırakma deneyiminden tecrübeliydim, hayatımda ki herkesi sorgulayacağımı biliyordum, neyse ki kimse kalmamıştı. Huxley hariç.
 (Haha. Epsilon yayınevi, yeni cesur dünyaya gönderme mi dir? )

26 Ağustos 2012 Pazar

Kitabın 352. sayfasında karşılaştığım cümlede durdum.
"kadınlar benimsedi mi sağlam olurdu o iş; bir sürü denemeyle Doktor da biliyordu bunu. Kışkırttıkları kadın erkek ayrımcılığının davulunu gümbürtüyle çalan, gösteriş budalası feministler değil de, gerçekten yetenekli, herkesi toparlayacak nitelikte, kadınlığının gerçek bilincinde kadınlar el atsın işe ki, her şey daha sağlam oturur yerine...."
Kitabı yarılamış olsam da artık bundan sonra okumaya devam etmek gerekmiyordu. Hayat her kitabı okuyabilecek kadar uzun değil demişti Mina Urgan. Kabullenip hataları, bir noktadan geri dönmek gerekiyor. 
(Niye daha sağlam otursun ki? Bir varamadım kadınlığın gerçek bilincine. Hep ondan.)

En iyisi ruhumuzu güzel müziklere teslim etmek.

9 Ağustos 2012 Perşembe

Hakkat. Ne Günlerdi : )
  Körler sağırlar birbirini ağırlar. Böyle miydi bu söz? Bilmiyorum. Hem eğlenip, hem ölesiye sıkılıyorum aslında. Aa, siz de mi burdaydınız bilmem ne bey. Ya evet, sizi de ne zamandır göremiyorduk, bilmem ne hanım. Aslında odanıza da uğramıştım ama yoktunuz. Evet bu aralar pek odaya uğrayamıyorum. Gülüşmeler. Sahte, sıkıcı, gerçek dışı yada fazlasıyla gerçek. Ah bu yemek ne kadar da iyi oldu değil mi. Kiminle sohbet etmeye kalksam bir süre sonra geri çekilme ihtiyacı hissediyorum. Ne olmuş ki böyle bana. Güvensiz, mutsuz, sıkıcı birine dönüşmüşüm. Sadece bazı anlarda sanki 10 yıl önceki benmiş gibi davranabiliyorum, sonra hemen kendime gelip sessizleşiyorum. Hep çok sıkılıyorum. Bu kapalı geniş salonda bir yığın tanıdık yüz ve isimleri kayıp insanlar içinde. Sigara içmek içinde salonu boydan boya geçip, balkona gitmek gerekiyor ayrı bir eziyet. Ne zaman gideceğim. Birde gidilecek anı kestirmenin zorluğunun getirdiği ağırlık duygusu. Işınlanma isteği. İcadı neden bu kadar gecikti bilmem ki.

29 Temmuz 2012 Pazar

Bazen umutla umutsuzluk öyle şiddetle yer değiştirir ki insanın midesine kocaman bir ağrı saplanır. Oldukça sevimsiz, oldukça fiziki bir acıya dönüşür. Hangisi iyidir? Hangisi istenir? umut mu? umutsuzluk mu? Hava serinledi mi gerçekten? yoksa aynı bunaltıcı geceyi tekrar tekrar mı yaşıyorum? Korkuyor muyum? Kabullenmek neden bu kadar zor.

26 Temmuz 2012 Perşembe

Episode X. Eski kocayı maço yapabilen çıtır  sevgilisi

Sabahın körü bir saatte uyanıp, nafakayı yatmamış görünce aradım. Eski eşlerin ulvi vazifelerini yerine getirmeleri gerekir. Mesaj attım cevap vermemişsin dedim (içimden ökhüz diye ekledim). Müsait olamadım dedi, sonra bana hala uyuyormusun, kalk yataktan, batıracaksın devleti kızım gibi bir cümle kurdu. 20 yıl önce evine gittiğimiz  ve  "bununla koop edemiyordum k...." deyip eski sevgilisinden acıklı bir ses tonuyla bahseden naif hatuna teselli edici cümleler sarf eden, dost k, (bende kenarda sinmiş hani serde sevgililik de varya, ne demek istiyor ki koop neydi k? diye soramadan, içimden kırık dökük ingilizcemle to cope with fiilinden bahsediyor herhalde diye kıvranırdım) ne oldu da sen böyle  içinde "yatak, kızım" kelimeleri içeren cümleler kurabilir hale geldin. Kızın değilim dedim sakince, annesiyim. Kısa bir gerginlik sessizliğinden sonra gün içinde yollarım nafakayı deyip acele kapadı telefonu.

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Sevgili telve, dön artık, bak  iftara napolitan soslu tortellini yaptım.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Ramazanın dördüncü, temmuzun yirmiüçüncü günü, sevgili telve. Dün uçakta pelteye dönmüş bedenim   yığın gibi taksinin arka koltuğuna gömülmüş, havaalanından beşiktaşa sahil yolundan hızla ilerlerken bu berbat, sıcak, nefes alınamaz kenti sevdiğimi düşünüyordum. Parmaksız taksici bana duyduğum en güzel iltifatlardan birini söylüyordu, daha güzeli asılmak için söylemiyordu, öylesine, içinden geldiği için, geveze bir adam olduğu için, yada e5 yerine sahil yolunu kullandığına çemkirmeyeyim diye, ne fark eder, istanbulu özlemiştim, camlarından boğazın nemi doluyordu ciğerlerime, özlediğim her karışını hızla geçiyorduk işte, kendimi bu yolculuğun büyüsüne kaptırmış, herşeyi unutmuştum.

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Episode IX. Tiryaki

Sonra ara sokakta trafik kilitlendi ve durduğumuz yerde kalakaldık. Etrafıma bakınıp duruyordum, kafasına piyangocu şapkası geçirmiş bir adam ilişti gözüme, piyango bileti falan satmıyordu adam, sakalları, saçları uzamış, soluk gri renkte, yüzü bir ton koyusu. Elleri ile birşeyler sayıyormuş gibi yapıyordu sürekli, kaldırımın kenarında ki beton yükseltiye oturmuş, sırtını binanın duvarına yaslamış, sürekli sayıyordu. Bir ara başını kaldırdı, önce yol boyu dizilmiş arabalara baktı. Sonra önünden gelip geçen ve terdirgin bir yadsıma haliyle onu görmeyen kalabalığa. Birşeyler isteyecek sandım ilkin. İstifini bozmadı. Sadece bakıyordu. Arada saçlarını kaşıyor, arada saymaya devam ediyordu. Birden gençten güzelce bir kız, tatlı pembe türbanın çevrelediği sevimli yüzü hafif pembeleşmiş, eline bir poşet tutuşturdu, ve hızla kalabalığın içinde kayboldu. Adam poşete baktı. İçinden bir kutu ayran, bir de yarım ekmek arası döner çıktı. Oturduğu yerden kalktı. Çoktan kaybolup giden kıza doğru. Sonra gerisin geriye oturdu. Açmıydı? Poşetten çıkardıklarını geri koydu. Biraz duraksadı, sonra özenle önce ayranı çıkarıp yanına koydu. Sonra yarım ekmeği, sarılı olduğu kağıttan çıkarıp içini açarak ne var ne yok iyice bir baktı. Kapattı, tekrar kağıda sarıp poşete koydu. Biraz bekleyip, tekrar poşetten çıkardı. Durdu, ve önünden geçen orta yaşlı bir adama iki parmağını dudaklarına yaklaştırarak hayali sigarasını içiyormuş gibi baktı, adam fark etti hareketi ama sert bir baş işaretiyle reddetti, yürüdü gitti. Az daha cesaret edebilsem, yanımda ki sigara paketini uzatacaktım camı aralayıp. Korktum. Kent yaşamının sindirdiği iyilikseverliklerimiz. Yok. Bu iyi birşey değil. Bu halden anlamamı. Ekmeğine dokunmadan gelip geçenden sessizce sigara istemeye devam ederken adam, ilerleyip gittim.

2 Temmuz 2012 Pazartesi

İlk çocukları ölünce, İki yıl sonra Onu evlat edinmişler. Belki ilk ölen çocuklarıyla aynı yaştaydı, dört yada beş. Sonra kadın yeniden hamile kalmış. Yeni gelen bebekle onu yetimhaneye geri bırakmışlar. Nasıl bir zalimlik. Ne hissetmiştir ki. Kadının 3 çocuğu olmuş. Bütün bu süreç içinde de her ne kadar geri almamışlarsa da hiç bir zamanda bırakmamışlar,  göz kulak olmuşlar ara ara. Onları suçlamıyorum demişti. Bunu söylerken beni seven herkes nasılsa bir gün bırakacak diyen küçülmüş gözleri. Herkesin koşulları. Hayat şartları zor. Nasıl bu kadar iyi olabilirsin ki demiştim içimden. Birşey söylemeden. Ne düşündüğümü biliyordu. Gözleri nemleniyordu hep. Her zaman. Daha sıradan bir şeyi anlatırken de. Aylar sonra bunun tam da bu şekilde olduğunu araştırıp öğrendiğimde, o zaman inanmadığım bu hikayenin iç burkan zalimliğine şaşırıp kalıyorum. Kendisine gösterilen sevgi ve şefkatin zamanı geldiğinde bir kenara itiliverecek, aldığın yere bırakılabilecek bir şey olduğunu gören bir çocuk hayatı boyunca birine ya da bir nesneye sevgi duyabilir mi?

Ya da bütün bir hayatını feda üzerine kurmuş bir annenin yetiştirdiği  çocukla ortak herhangi bir duygusu olabilir mi?

1 Temmuz 2012 Pazar

Yayıldım, çakıl, deniz, güneş, elimde kitabım, içim kıyıla kıyıla ailevi ilişkileri okumaktaydım. Kardeşler, amcalar, yeğenler, enişteler, gelinler vesaire. Birbirine girmiş, yer yer kördüğüm olmuş, yer yer kırıklıklar, sevgi ile dolu. Arka fonda 79 jenerasyonu. Önde insan olmanın, genç ve yaşlı olmanın heyecanları. İşte bende buna çok benzer şeyler yaşadım gerçekten demek için için. Fakat güneş yakıyor tabii, arada kitabı bırakıp, denize atlamak gerek. Deniz, açılıyorum, açılıyorum, pansiyonun sınırlandırdığı alanın dışına, taa ilerde demir atmış teknelere kadar, olmadı daha ileri, koyun bittiği düpedüz açık denize ulaştığın çizgiye kadar. Yalnızlık korkutur mu insanı. Özgürlük? İnsan kendini suda olduğu andan daha özgür hissedebilir mi? Bir Allahın kulu da dubalara itaatsizlik edip sınırını geçmiyor. Olsun varsın, ilerlemek varken. Durmak niye. Pansiyon sahibi amcalar, gruptaki güzel kızlara hafifçe asılırken beni de bu tek başına açılmalarım yüzünden korkutmaya çalışmaktan geri durmuyorlar, "kaplumbağalar var, kocaman, yani ben bile ürküyorum görünce, birde ahtapotlar var" Benle uğraşma amca, asıl aheste aheste küreklere, bak kızlar güzel, üstelik beğenilmenin ışıltısıyla gülümsüyor yüzleri, ardınızdan her ne kadar aa koskoca adam diyecek olsalar da, hallerinden memnunlar. Korkmuyormuyum? Ne demişler, hem korkarım, hem giderim. Elimde değil.

18 Haziran 2012 Pazartesi

Bazen hayat yol alır. Sen alamazsın. Çakılıp kalırsın durduğun yerde. Kendi duvarlarına tosladıkça gerisin geri burun sızıltısıyla oturursun. Yağmur. Bu gece yağsın. Hani şu kaçıp gitmeye çalıştığım ama nedense bedenim gitse kendim gidemiyormuş hissine kapıldığım o tuhaf rüyadayım sanki. (Güzin geliyor sabahları. Türk kahvesi eşliğinde sıradan hayatlarımızı konuşuyoruz. Neden onunla arkadaşlık ettiğimi anlayamıyor bazen. Uyuz sevimsiz bir kadınım dışardan bakarsan, evin içine girince onunla kahkahalarla gülüşüme, küçük minikcik olaylara eğlenişime hayret ediyor. Güzin, beyaz küçük ayaklarıyla halının ucu ile oynarken, ve herşeyi anlatırken sessiz ona değer verdiğime şaşırıyor, bense hayatımda değerli olması gerekenlere şaşırıyorum). Sevgili telve. Seni özlüyorum çok.

11 Haziran 2012 Pazartesi

Ah ah... "berbat sıcakları" başladı işte. Sürer gider bundan sonra böyle. İnsan nefes alamaz. Sabahın erken saatlerinde vize için cebelleştikten sonra bir miktar,  nefesiz bir yarım saat arabada geçirdikten sonra işyerine atıp kendimi, klimanın berbat soğuğuna teslim edecektim  ruhumu. (Ruhumu üşütüyorsun sevgilim) Berbat sıcaklarını bilmezmisiniz? Ama önce tekstil atölyesinin dibindeki büfeden iki paket sigara almaya çalıştım. Bu sırada en sevmediğim meslektaşımla burun buruna gelmeyeyim mi. Nezaketten mi ne aldığını anlamayayım diyemi bilinmez önceliği bana verdi eliyle yaptığı bir işaretle. Sonra aniden "siz falancalıydınız diymi ?" deyiverdi. Evet oralarda bi yerlerde doğdum. Başımı salladım. Birde memleketli olmak gibi bir talihsizliğe sahiptik. "peki feşmekanca biliyormusunuz?" hay senin feşmekancana. Ne bileyim. Falancalıyım diyorum sen feşmekancayı soruyorsun. "bilmem pek. az birşey konuşulunca anlarım" Başını salladı. "evet evet bende." Evet evet seninde. Zaten berbat sıcakları başlamış. Sinirlerim tepemde. Büfeci beni tezgahın arkasından görünce sigaraları uzattı. Kanser olduğuma hiç şaşırmayacak bu adam birgün duyarsa. Bizim tarafın insanı neden kafayı sıyırıyor acaba. Zeka taşması. Tabii. Başka ne olacak. Fazla zeka küpüne zarar demişler, o yüzden bizde çok. Yürüdüm gittim tekstil atölyeleri arasından. Odaya girdim.
"Yok anne, bende dinlenmiş olurum biraz işte" dedim. Annem pek inanmamış bir halde "iyi sen öyle düşünüyorsan sorun yok" dedi. Sesi soğumuş.
Yoruldum anne. Hadi kızımdan ayrılmam üzücü zaten, senin de buna üzülmeni istemiyorum. Bu benim üzüntüm. Sen bu yüzden mutsuz ol istemiyorum. Hem saçma bir üzüntü biliyorsun işte, ama elinde değil de bir yandan. Aynı durumdayız yani. Kızlarımız büyüyor, hayatla karşılaşıyor, küçük ve daha büyük sıkıntılarında artık herşeyi onun için çözemeyeceğimiz bir noktaya geliyorlar.
30 yıl önce sen ağlarken bana ağlama demişlerdi. Sen kendini bırakmış, içinden geldiği gibi ağlıyordun kaybına. Bir yetişkin yanıma geldi ve dizinin dibinden ayrılmayan minik bir çocuk olan benim kulağıma eğildi ve "sakın ağlama." dedi. "eğer sen ağlarsan annen daha fazla üzülür. O yüzden annen ağladığını hiç görmemeli."
Yoruldum anne. Sen görme diye ağlamamaktan yoruldum. 

1 Haziran 2012 Cuma

Bazen çok uzun zamandır beklediğiniz bir haberi almak, sizi mutlu etmek yerine çok can yakıcı olabilir. Olmayacağını sanıyordum. Yinede ne kadar canımın yanabildiğine şaşırıyorum.

Yeniden belirsizlikler dönemi. Hangi şehre ne zaman savrulacağını bilemeden  anı tüketmek. Bu şehri seviyorum ama ben. Kendimden yesede. Elimde değil.

29 Mayıs 2012 Salı

Kadınların gönül ilişkilerinde  zihinleri nasıl çalışır yada daha doğrusu çalışmaz?

1.
Eksikleri tanımla:
1-güven
2-şefkat
3-ilgi
4-vs.

2.
İlk talibe bütün bunları uydur.
1-güvenilir biri.
2-bana şefkat gösteriyor
3-çok ilgili
4.vs.

3.
İlk talip süreci değerlendirebilecek yetenek ve kapasitedeyse, biçilmiş gömleği bir süreliğine taşıyabilir

4.
E bir yere kadar tabii ki.

5. Nihai son ve tepkiler :
1-İnkar
2-suçlama yada suçluluk hissetme
3-  bu maddeye birşey uyduramadım.
4- Kabullenme.

6.
Analize yapıp ettikleri ile katkıda bulunan telveye ithaf olunur.



Humanius est deridere vitam quam deplorare
Hayata gülmek hayat için ağlamaktan daha insani bir davranıştır.

27 Mayıs 2012 Pazar

Tatil öncesi diye mi? Bilmiyorum. Tuhaf biçimde yoğunlaşıyor, yoğunlaşıyor, ne oluyor yahu diyorum kendi kendime ayakta bir oraya bir buraya yetişmeye çalışırken. Ne kadar basit ayrıntılar ne çok şeyi etkiliyor. Ben. Tükenmeyebilirim sahiden. Devam edebilirim. Yapabilirim. Olabilir. Yapabilirim. Telkinde bulunuyorum kendi kendime. Haftaya en az 10 rapor yazılacak, 2 final sınavına girilecek ve kızım hasta, hafif bir ateşle geçirdi 2 günü, pazartesi okula gidebilir mi, gidebilirse ben ondan 20 km  uzağa gidebilir miyim? Saçmalıyorum değil mi. O kadar uykusuzum ki. O kadar yorgun. Kalbim isyan edip duruyor üstelik, az fazla çay içsem yada kahve gümbür gümbür beni protesto ediyor, ama pabuç bırakırmıyım, az geldi kafeinin herhalde deyip daha da yükleniyorum. İyi yapıyorum farkındayım.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Rusyadan blogu okuyan arkadaş yorum yapmadı tabii ki. Zaten boş bir istekti benimkisi, anlamsız. Bugün işyerine bir karı koca geldi yaşlı. Kadın ne dese adam tam tersini söyledi, adam ne dese kadın tersini söyledi. Bunalmıştım, ama izlemeye devam ettim onları. Sonra bir haber, hayalle mucize karışımı odalar arasında dalga dalga yayıldı, çay ocağı gelmiş! nasıl gelmiş nerden gelmiş, gerçekmiymiş derken koridorda karşılaştığım bir tanıdık dikkatle ve özenle söyledi "birisini görmüşler çay tepsisiyle dolaşıyormuş". Heyecanla masama döndüm tabii ki, telefonun hafızama kayıtlı dahili numarasını elim titreyerek çevirdim ki bir ses pek de çaldırmama izin vermeden açtı, "çay ocağı" dedi. "Gerçektenmi?" dedim kendimi tutamayıp. "ne kadar sevindirici bu sesi duymak" "3526'ya bir çay" diye toparladım kendimi. Karşıdaki güldü, sonra kapadık telefonu. İki yıldır bu anı bekliyordum. Oda sakinleri şaşkın ve sevinçli beklemeye koyuldular. En huysuzu yüzünde her zamanki "yok canım, gelmeyecek işte, boşuna bekleme" diyen  ifadesiyle arada bilmiş bakışlar atıyordu yüzüme. O anlardan birinde kapı çalındı, ve ince belli bardakta mis gibi kokan çayıyla eleman içeri girdi, masanın kenarına bardağı bıraktı ve çıktı. Hepimiz bardağa baktık bir an. Kolay değil. İki koca yıl. Çaysız, tostsuz, hatta türk kahvesiz geçen ofis yaşamı. Yaşamaktan bile sayılmaz. Şaşkınlıkları geçen oda arkadaşları telefona sarılırken ben ilk güzel koca yudumu içmiştim bile.

13 Mayıs 2012 Pazar

Rusya'dan blogu okuyan arkadaşım : ) sen kimsin sahi, merak ettim, bir yorum falan bırak bari : )

6 Mayıs 2012 Pazar

Bazı yorgunluklar insanın nefesini tüketmek yerine hafif bir huzur duygusu verirler. Öyle bir halle sandalyemde geriye kaykılmış, kendimi dinliyordum. Gün boyu yaşadıklarım, 2 gecedir uykusuz tuttuğum ateş nöbeti, (kızımın ateşi 38 ile 40 arası seyretmişti) bir ara bir köşeye çekilip ağlayışım, kabullenmek istemediğim, ama bildiğim sözleri bir dosttan duyuşum ("karın seni aldatıyor-bir dost" misali apaçık ve acımasız), gri bir bulut olup gökyüzünde az bir yağış bırakıp gitmiş gibiydi, şimdiyse, yıldızları çıkmış, tatlı bir mayıs gecesine dönüşmüştü. Elimin altında 1256 sayfalık romanın sıcaklığı, ömrümün 8 yılında ancak bitirebildiğim ulysses'in yarattığı boşluğu dolduracak olmasının ve gelecek 8 yılımı beraber geçirebileceğimi bilmenin tatlı keyfiyle  gülümsüyordum. (Ah, ulysses'in yerini doldurabilir mi hiç bir kitap?)

"Yeğen Stephen, asla bir eren olamayacaksın. Azizler adası. Sen son derece mübarek bir insandın değil mi? Burnun kırmızılaşmasın diye yakarırdın Meryem Ana'ya. Serpentine Avenue'da şeytana dua ederdin, önünde yürüyen tombul dul sokaktaki su birikintisinden geçerken eteklerini daha da kaldırsın diye. O si, certo! Sat ruhunu, sat, bir karının sarındığı cafcaflı çaputları uğruna. Anlat daha anlat anlat! Howth tramvayının üst katından bir başına yağmura bağırışın: Çıplak kadınlar! Çıplak kadınlar! Buna ne dersin ha?
Ne demem lazımmış? Başka ne için icat edilmiş ki onlar?
Ya, her gece yedi kitabın her birinden ikişer sayfa okuyorsun? Aynada kendi önünde reverans yapar, yüzünde romantik ifadeler, alkışlayanlarına doğru vakarlı ilerlerdin. Yaşasın allahıncezası hıyar! Y'şşa! Kimse görmedi: Kimseye söyleme. Adları tek harften ibaret kitaplar yazacaktın. F'sini okudunuz mu? Elbette ama ben Q'yu yeğlerim. Gerçekten ama W bir şaheser. Ya evet, W."
 

4 Mayıs 2012 Cuma

Acı çeken kadının güzelliği/ güzelliğin acısı. Olmayan ellerin boynumda sevdiğim, daralan nefesim varlığına ispat.

3 Mayıs 2012 Perşembe

Saat gecenin dördüydü ve bir kadının ağlama sesi geliyordu uzaktan. Apartman yaşamının iç burkucu tanıklığı. Çocuk sesi diye kendimi kandırmaya uğraştım bir süre. Hayır, genç bir kadının sesiydi düpedüz. Uykum kaçmıştı,  yatağımdan kalktım, evin içinde dolaşmaya başladım. Ev gece sessizliğine bürünmüştü, dışarda ılık bir sabaha karşı ıssızlığı. Ağlamaya devam ediyordu. Üst kata çıkıp, ağlama, üzülme lütfen demek geliyordu içimden. Bir sigara yaktım ve evin önündeki yokuşun aşağıdaki bomboş yolla buluştuğu kavşağı izlemeye başladım. Dikey mimarinin yaşamımıza kaktırdığı anlar.

30 Nisan 2012 Pazartesi

Bazen uyuyamıyor olmak, bazen de uykunun çarçabuk gelivermesi rahatsız ediyor. Genel bir haldir belki de. Bekliyor olmak da. Bir arkadaşım ne kadar mutsuz göründüğümden bahsederken gözlerini kırpıştırıyor. Gittiği NLP kursunda öyle söylemişler, yalan söyleyen kişi yüzünüze bakarken mutlaka gözlerini kırpıştırır. Bunu söylerken bir yerlerde oturmuş dört kişiydik, ve daha fazlası etrafımızdaydı, ve bu fazla insan sayısı beni yıldırmış, sindirmişti, geniş koltukla büyük masa arasında bir yerde kaybolmak üzereydim, kimse çok fark etmiyordu, konuşulanlara özenle gülmeye çalışıyordum, içimden ölesiye sıkılıyor gitmek istiyordum. Aklımın bir yerlerde kalmasını herkesin hak vereceği kaygılarım olduğu gerçekliğine bağladıklarından yadırgamıyorlardı bu halimi. Kaygılanmıyordum. Sıkılıyordum sadece. Eski eşim demişti yıllar önce, arkadaşlarının hiç eğlenceli olmadıklarını söylediğimde insanlar senin soytarıların değil diye çıkışmıştı. Oysa ben soytarım olan arkadaşlara alışkındım. Beni eğlendiren, yada eğlendirdiğim, beraber güldüğüm, en başta kendimizle sonra kalan herşeyle dalga geçebildiğim. O yüzden de herkesin sevdiği komedyenler bana sıradan gelmişti. Ve herkes çok sıkıcı.  Mutsuz olmak, mutlu olmak, kolayca bir nedene bağlanıp, üzerinde bir kaç esaslı cümle sarfedilerek dostluk görevimizi yerine getirmenin haklı gururu ile bir kenara çekilebilmeyi sağlayacak bir şeyse, sevgili arkadaşım, iyi bir hal demek ki. Uzun yolculuğuna çıkmadan önce sadece bir kaç dakika yüzüme bir kaç yıl önce baktığı gibi bakıyor. İnsanlar değişiyorlar, sende, bende değişiyoruz sevgili arkadaşım. Biri Onun için O'nu çok iyi gördüm, uzun zamandır olmadığı kadar iyi, diyor, O ise biri için, nihayet psikolojisi düzelmiş diyor, karman çorman haller. Bense eve dönüyorum, kutsal sığınağıma.

19 Nisan 2012 Perşembe

Yaşlı adam otobüs durağının kenarında durmuştu. Banka oturmamıştı. Eski pardesüsü hafifçe kımıldıyordu, uzun bacaklarının arasında savrulup duruyordu, buruşuk ellerini ceplerine koymadan parmaklarıyla bir kağıt parçasını eziyordu. Sessiz, kaşları çatık, yola bakıyordu. Beklediği otobüs yarım saatten fazladır gelmemişti ki berbat bir rüzgar çıktı. Üşümüyordu, soğuk değildi, sadece gözlerinin acıdığını hissediyordu. Bankta oturan küçük kız çocuğu dikkatle yüzüne bakıyordu, farkındaydı ama uzundur onu görmezden geliyordu. Böyle yaparsa kızın bir süre sonra oyalanacak başka birşeyler bulacağını düşünüyordu belli ki. Ama küçük kız ısrarla bu çizgilerle dolu soluk yüze bakmayı sürdürüyordu, gittikçe çatılan kaşlara ve umursamaz gri gözlerine adamın. Kızın yanında ortayaşlı çok zayıf bir kadın oturuyordu, kadın hep önüne bakıyordu ve bu halini adam onlara bakmadan görebiliyordu. Kadın yola bile bakmıyordu sanki, hep önüne, kaldırımın bitiş noktasına, ince bir suyun sızıp on metre kadar ileride ki ızgarada kaybolduğu noktaya.  Küçük kız adamın yüzündeki çizgilerin birer yol olduğunu düşünüyordu, uzaklara giden, derin, ve orda daha küçük canlıların yaşadığını, bu yollardan başka vadilere gidip geldiklerini, yaşlı adamın bunu hiç bilmediğini. Bazen adam ağlıyorsa eğer bu küçük canlıların yağmurla ıslandıklarını, ve bazen de eğer adam güneşleniyorsa o vadiye yaz geldiğini düşünüyordu.  Bu sırada kadın öksürmeye başladı. Kuru sert öksürüklerle kamburu çıkmış cılız bedeni sarsılmaya başladı. Küçük kız kadına baktı. Onunda yüzünde derin çizgiler olduğunu görüp göremeyeceğini düşündü. Onu yaşlanmış hayal etmeye çalıştı. Kaşlarına baktı, kadının kaşları incecikti, yaşlı adamın kalın gür beyaz kaşlarına hiç benzemiyordu.  Kadının yaşlanmış halini hayal edemeyeceğini düşündü küçük kız. Bu onu korkuttu ve usulca sokuldu annesine biraz daha. Yaşlı adam öksürüklere doğru çevirdi bakışlarını. Sert çizgilerle dolu yüzü yumuşadı, ince, sızı dolu baktı kadına. Küçük kız yaşlı adama. Kadın kaldırıma. Bir otobüs geldi. Yanaştı.

10 Nisan 2012 Salı

Hava yine de soğuk olacak biliyorum. Ben dışarı çıkacağım, yokuşun aşağılarından bir yerlerden caddeye döneceğim. Cadde kıvrılıp gidecek yukarılara doğru. Otoparkın iki köpeği, hırsla öfkeyle havlayacak peşim sıra. Umrumda değil diyeceğim onlara bakıp, hem de kokrmadan. O zaman sakinleşecekler, biliyorum, umrumda olmazlarsa korkutmaya çalışmazlar değil mi. Hadi, kendi yaşam alanınıza dönün, bir iki aracın ancak park ettiği geniş beton düzlüğe. Bazen bir kedi düşerse yolunu şaşırıp, acımasızca oynayabilirsiniz vahşi oyununuzu. Avlanmak, uyumak, yemek için o beton düzlüğe mahkumsunuz, yapabileceğiniz bir tek otoparkın yanında ki kaldırımdan geçen dişinize uygun bulduklarınıza havlamak sadece. Ötesini yapabildiğinizi de hiç görmedim zaten. Bir silahım olsaydı kesinlikle önünüzden geçerdim gecenin geç saatlerinde ve o zaman yaşam alanınızın otoparkın tel örgüyle çevrili sınırlarını aştığını sandığınızdan önüme atlardınız, caddenin başına kadar takip etmek için,ve ben sizi vururdum. Evet. Uygun değil mi naif kişiliğime bir canlıyı öldürmek? Yanıldığınızı anladığınız da çok geç olurdu. Hayat yanılgılardan ve geç kalmışlıklardan ibaret zaten.

8 Nisan 2012 Pazar

Eğlen Ruhum

  Günlerden pazar, aylardan nisan ve sıcaklık mevsim normallerinin üzerinde seyrederken, bedenim yaptığı minik yürüyüşün keyfindeyken,  tenha sokak aralarında gezinirken ve ağaçların usulca çiçeklendiğini fark ederken, ve kentin böylesine kalabalık, böylesine civcivli haline aldırmadan kuş seslerini duyabilirken hala, mutlu ve şanslı hissetmek. Bırakabildiğin, devam edebildiğin, günde içtiğin bir buçuk paket sigaraya karşın hala kokuları fark edebildiğin için.
Öyleyse  ;

"Dur ey zaman! ne güzelsin"

6 Nisan 2012 Cuma

Adamlar gelecekti. Biliyordum, hazırlanmıştım, her zamanki iş işte, konuşacaktık, söylediklerini yazacaktım, imza atıp gideceklerdi. Ama kalabalık geldiler ve yaşlı olan hiç susmadan konuşmaya başladı. Sustum ve dinledim. Konuştu, anlattı, gerekli ve gereksiz bir sürü ayrıntıyla beynimi doldurdu. Yapmak istediğim tek şey "bir sus ya, sessizlik!" demekken gülümsedim, sabırla başımı sallayıp hatta arada teşvik edici olarak bekledim. Anlamadılar, devam ettiler. Oda arkadaşlarım arada yardıma ihtiyacın varsa müdahale edelim der gibi baktılar. Yine de benim taş çatlatan sabrıma defalarca şahit olduklarndan seslerini çıkarmadılar. Yaşlı adam konu dışına çıkmıştı artık, hiçbiri olmadığım halde başlarda "bacım, ablacım" sonlara doğru "müdürüm" diye hitap ederek arada konuşmaya devam etti. Sonunda tüm söylediklerini yazdıktan sonra ben, kağıdı önüne uzattım ve imzalayacağı yeri gösterdim. Baktı, çizgilerle dolu yüzünde sinsi bir ışık yandı, "imzalamazsam ne olur?" dedi. "Hiç birşey olmaz" dedim. "İmzalasanızda imzalamasanızda." Sessizlik odayı kapladı bir süre. Kendime gelip devam ettim. "aynı işlemi yapacağım".

3 Nisan 2012 Salı

   Sevgili Telve;
   Kağıdı ve kalemi elime alınca önce bir şaşırdım. Kelimeler zihnimde uçuyordu kaç gündür. Bilirsin, klayvenin tuşlarına bastıkça ekranda hızla belirir, neredeyse uçuşma hızına yakın, kelimeler, cümleler, paragraflar. Oysa kalemle yazmak çok daha yavaş, yazarken bir yandan düşünebiliyorsun mesela. Bir de tuhaf bir şey öğrendim, bonsai bir ağaç türü değil, ağaç yetiştirme sanatıymış. Komik değil mi. Benim halim yani komik olan. Ciğerlerim de çok daha fazla sızlıyor artık, yaşlanıyorum ya, her gün ayrı bir yer sızlıyor heralde, çok daha az sigara içmeme rağmen. Sıkıldım artık galiba. Genel bir hal. Hayat boktan. Neylersin.

27 Mart 2012 Salı

  İnsan derisinin aslında ne kadar ince bir tabaka olduğu, ne güzel bir elbise olduğu, ve dikiş atmanın ne işe yaradığı, ve altta görünen tabakının nasıl dehşet verici bir görüntüsü olduğunu dün  elime attığım kesikle öğreniverdim birden. Bıçak, elimin hırsı ile sol başparmağımı elime bağlayan pek nazik ince deriyi yardı, biraz ilerledi ve bağırırken durdu. Durdum, bıçağı diğer elimden bıraktım ve ikiye ayrılmış deriye baktım. Çok acımıyordu, ama kötü görünüyordu. Sadece görmemek için başparmağımı hızla bastırdım, ve bir süre sonra ikiye yarılan yer yapıştı diye düşünmeye başladım. Bir saati geçmişti. Başparmağımı hafifçe açmaya kalktım ve yarık yeniden kanadı. Yaranın hası ara ara sızlayıp varlığını belli eden değilmidir? Dışarı çıktım ve gördüğüm ilk eczaneye girdim. İlaçların arasında şıkışmış eczacı kalfası şişman yüzünü bana çevirdi. ne istiyorsun der gibi, ama birşey sormadı. Tam ağzımı açıp geveleyecektim ki peşim sıra bir başkası girdi kapıyı açıp, elinde bir reçete yaşlı bir kadın, beyaz uzun saçlarını geride toplamış, yavaş yürüşlü, ama hızla konuşan. Ne dediğini kalfa da bende anlayamamıştık, ama o konuşmaya devam etti bir süre. Sonra fark ettim ki anlayamayan sadece bendim, kalfa itiraz ediyordu birşeye,demek ki kadının ne istediğini anlamıştı. Kadın itiraza karşılık başka bir şeyler söylüyor, sohbet uzayıp gidiyordu ki birden "Şu dikiş atmadan yarayı birleştiren şeyler var ya hani" dedim seslice. İkiside dönüp yüzüme baktılar. Sanki bu söylediklerim hiçbirşey ifade etmiyor gibiydi ikisine de. Ama bunu da yanlış anlamıştım, ikisi birden konuşmaya başladılar bu sefer, "onlardan bizde yok" dedi kalfa. "ama tam oradaki yaralar için şöyle şu kısmından incelen yara bantları var" ve aceleyle nereden çıkardığı bilinmez bir kutu çıkarıp önümde açtı ve içinde ki yara bantlarını göstermeye başladı. O sırada da yaşlı kadın konuşmaya başladı ki anlayabiliyordum da söylediklerini. " Onlardan burda olmaz, medikallerde satılır, ha bir de hastane yanında ki eczanelerde." Başımı salladım, gülümsedim ve sessizce çıktım. Dışarda güzel bir bahar akşamüstü, sokağın az ilerisinde ki ana cadde de beş tane hastane ve sesi hiç dinmeyen şehir trafiği vardı. Yorgun değildim. Yaram incecik sızlıyordu sadece.

19 Mart 2012 Pazartesi

      Dersi yine kaçırdım. İçten içe dersi kaçırmanın umrumda olmadığını da biliyorum üstelik. Hava güzel, yapılması gereken pazartesi işleri beni bekliyor, ekstradan rutinin dışında bir yerlere gidip alışveriş yapılması gerek ufak tefek. Annemi arayıp sızlanmak istedim ama olmadı, çünkü annem alo der demez orta yaşlılığın en acı gerçeği burnuma çarptı birden, (neden kulağıma değil de burnuma bilemedim, sızladı ordan farkettim) benim kızımın  dış dünya ile ilişkisindeki bocalamalarında duyduğum çaresizliğin bir benzerini annem de bana karşı hissediyordu, demek ki anneye sızlanmak artık iyi bir fikir değildi, birşey söylemeden kapatmak zorunda kaldım kem kümlerle. İlk defa yaşlanmanın hoşuma gitmediğini fark ettim. Sızlanacak kimse kalmıyor mu ne, telve de bir haftadır aralıksız çalışıyor. Bazı günler uyumadan bazı günlerse bir iki saatlik uykularla haftayı tamamlayıp bir yenisine başladı. Ona da sızlanmak mümkün değil. Yalnızlık böyle bir şey sanırım.

18 Mart 2012 Pazar

Sonra hafif bir ateşle başlayan hastalığın artacak, ve ince ağrılı bir sızı içinde uzun zaman yatağında kalacaksın. Bir hafta kadar önce hafif bir başlangıçla seni yokladığında aldırmadığın için. Ses. Şimdi yatağında gözlerin tavanda üşümekle sıcaklanmak arası bir titreme bedenini ele geçirmiş, daha çok bu dalgaya kendini bırakmış gibisin. Bütün dünya bu kıpırtısız titremenin içinde kaybolmuş. Ne bir sorumluluk, ne sorumsuzluk, umrunda değil. Yatıyorsun ve hiç bir ses duymuyorsun. Gerçekten duymadığından mı, yoksa bedeninin kendi dışında hiç birşeyi algılamamasından mı. Emin değilsin.Umrunda da değil. Hastalığının keyfine varmak istiyorsun, hiç bir şey yapmadan, arada sıcak ballı ıhlamurlar eşliğinde, sık sık uyuyakalıp, yeniden uyanarak uzanmak. İnsan ancak böyle dinlenebilir bazen. Ruhun yorgunluğu, bedenin savaşından çok sonra dinginleşebilir.

Her gün aynı günü yeniden yaşıyorum  sadece semiha. Sabah uyanıyorum, yapılacak hep aynı işleri yeniden yapıp koltuğuma oturup bir gün öncesini yaşamasaydım yada bir sonraki güne atlayıverseydim hiçbirşeyin değişmeyeceğini düşünüyorum. Hayır, işin kötü yanı hep aynı tatsız tuzsuz gün. Hiçbirşeye benzemeyen. İçimi derin bir mutsuzluk kaplıyor sadece, her sabah, bir kere daha uyanmamak seçeneceğinin olmayışına hayıflanıyorum. Yanlış anlama, uyanmamak derken, bu hep aynı güne uyanmamak. Başka bir günde, başka bir yerde buluvermek ihtimali. Hayalci olmadım ki hiç bir zaman, ama o kadar sıkıldım ki, o kadar uzaklaşmak istiyorum ki.

Hastalık, bazen ağır, hüzünlü bir ara gibi girer hayatına, destursuz, iniltilerle savuşturulması gereken, ama içten içe ruhumuza bedenin savaşını kenara çekilip izleme fırsatı verdiği için müteşekkir.

9 Mart 2012 Cuma

Bloglar arası dolanırken, ve yine şizofren perinin ensesi ile karşılaşmaktan korkarken, takılıp kaldığım bir blogda "ah nalet mesleğim" diye yorum yazmıştım. Blog sahibi, "evet, ah lanet mesleklerimiz" diye düzeltmiş. Oysa ben bu sevimsiz mesleği seviyordum da değil mi? Tembel, mutsuz bir çalışana dönüşmeden önceki günlerde işimi doğru düzgün yapmaya bile çalışıyordum. Hala bazen, sabaha karşı bir vakitte sıkıntı ile uyanıp, ya o tebliği yanlış mı hatırlıyorum, hata mı yaptım diye mevzuat karıştırdığım da oluyor ama genelde, yumurta kapıya dayanmadan hiç bir şey yapacak gücü kendimde bulamıyorum. Dönüp de hayatıma baktığım zaman pek bir karşılık beklemeden veren annem dışında karşılığını veren, hatta benim verdiklerime oranla fazlasını veren tek şey işim olmuş. Ve ben de "nalet mesleğim" diye yazabiliyorum. Bir kadının hayattan bekleyebileceği ne varsa bana işim vermiş. Bu bir genelleme olamayacak olsada, benim beklentilerim ve benim işimle ilgili olsa da, yaptığım düpedüz nankörlük mü? Sanırım. İnsan işine saygı duymalı. Utandım, titredim, ve kendime geldim. Bir kez daha, bana 3cü sayfa hikayesi olmama şansı tanıyan  mesleğimi sevdim, öptüm, kokladım.

6 Mart 2012 Salı

Sevgili telve,

Bahar mı geliyor ne? Bir an, (balkonumu bile temizledim düşün), kendimi balkonumda ki bez uyduruk şezlongtan bozma "şey" e bırakıverdim, sessizliği dinledim. Bu saatlerde, öğlenin az öncesi, sessizleşiyor yol, büyük rezidınslar, her birşeyler bir an sessizleşiyor. Sen bunları okurken kelimenin tam da burasında başını olmamış gibi sallarken (her mi bir şey mi? diye söyleniyorsundur içinden) ben yazarken gevşemiş, sorumluluklarından bağımsızlaşmış, uçup gitmiş haldeyim. Bahar mı geliyor sorusuyla bilincim bulanıklaşmış, gereksiz zorlama konuşmalardan kaçıp gitmiş, kendimden bile biraz uzaklaşmış bir haldeyim. İyimidir baharın gelmesi? Değildir aslında, ben yağmuru severim, üşümeyi severim, soğuk da varlığını hissetmeni sağlar. Ama nedense yaşlanıyormuyum ne, şu günlerce saklanıp birden ce yapıveren güneşi de sevmemek , sevinmemek mümkün mü ? Nihayet yaşlı bedenim de hapşırıklarla dışlamadığına göre, keyfine varmalı baharın. Emekli olup banklarda oturma vaktim gelmiş benim. Farkındayım. Anlamamazlıktan geliyorum, bakma.

5 Mart 2012 Pazartesi

Saçma, gerçek dışı ve çok sıkıcı. Yorulmuştum. Hep aynı odanın içinde yürüyüp duruyordum, volta atmak, belki başka birşey. Bir avluda olma duygusu. Soğukluk da ne ki? Dışarda çamaşırlar var, toplanıp ütülemek gerek. Yok, ütülemesem de şöyle düzgünce katlamayı başarsam yeter. Yarın sabah erken kalkmalıyım. Sonra işe gitmeliyim. Sonra derse. Eve gelip yemek yapmalıyım, bir ara da bulaşık makinesini çalıştırmalıyım. Daha okunacak kitaplar var. Sevdiklerim, mecburi tuttuklarım. Hala yorgunum. İyi bir dinlenme sayılmazdı. Oysa uzandım ve saatlerce hiçbirşey yapmadım. Kızım alt kattaki komşunun çocuklarıyla bir didişme halinde televizyon seyretti. Kah kahkahalarla gülerek yada zırıl zırıl ağlayarak. Hep birlikte ve bireysel. Ben aldırmadım. Uzandım ve hareket etmeden tavana baktım. Yinede iyi bir dinlenme sayılmazdı. Belki de dinlenmek için gitmeliydim. Başka bir mekana. Uzundur gitmediğim bir arkadaşıma mesela? Ya da keşfedecek yerlerden birine. Durup bir cami avlusunda oturabilirdim. Martın soğuk güneşi bütün öğleden sonra yüzünü gösterirken gözlerimi kapatıp hissetmeyi deneyebilirdim. Yapmadım. Yorgundum, ama dinlenemedim.

3 Mart 2012 Cumartesi

   Masamı pencerenin önüne çektim. Tabii bu cümle ki kadar basit bir eylem değildi, bir kere kockoca  bazası bir yığın kullanılmayan bundan sonra da kullanılmayacak olduğunu bildiğim halde atamadığım eşya ile tıka basa dolu, ağır mı ağır yatağı itmek gerekiyordu, onu itebilmek içinde önünde yığılı duran bir yığın başka eşyayı daha odanın dışına çıkarmak, sonuçta hah şimdi bel tutulacak diye diye ama yinede vazgeçmeden bütün bir gün didindim durdum. Sonuç, evet masayı camın önüne aldım, diğer tarafına yatağı, bu arada kitaplığı da masanın yanına alacaktım ama yorulmuştum, pes ettim ve geçip oturdum sadece. Bir de baktım ki, aylardır silinmeyen camnların gölgeli griliğinden görünen apartmanlarla dolu bir tepe sadece. Hiç ilham verici değil yani. Birde aşağıdaki kavşağın bir kenarında duran yaşlı bakım merkezi görünüyor. O kadarcık. Bazen yolunu şaşırmış bir kaç martı. "Ve adamla kadın atlarına binip yemyeşil vadide ilerlediler". Filmin son sahnesi. Bu da hayat mı.

28 Şubat 2012 Salı

Aslında fena halde saçma sapan şeyler yazmak ihtiyacındaydım. Kendime bir adet Füruzan kitabı almıştım, ilk baskısı 1972, doğumumdan bir yıl önce. Bu bende acaip bir yazma isteği doğurmuştu, oysa o kadar yorgundum ki. 15 dakika mesafedeki işyerine bir buçuk saatte ve pek çılgın manevralarla ancak ulaşabilmiştim. Dönüş daha uzun ve yıpratıcıydı, yağmur vardı, kafam iş yerinde hazırladığım rapordaydı ve beynim erimiş, klavyenin üzerinde minik pıhtıcıklar halinde yayılmış gibi geliyordu. Sevdiğim adamı özlemiştim ve o çok uzaklardaydı. Sabahın erken saatlerinde sevgili güzide komşum "cep telefonunla ablamı arayabilirmiyim?" demek yerine 2 saat bu sonuca gidecek bir girizgah yapmıştı ki artık karşısında felç olduğum bir anda güçlükle telefonumu uzatıp arasana demiştim. Üstelik Şubat soğuğu dehşet bir rüzgarla açık pencereden odaya doluyordu. Yorgunluğumla yazma isteğim çatışıp duruyor beni daha da güçsüzleştiriyordu. En iyisi ertelemekti. Oturdum.Efendice okumaya başladım.

24 Şubat 2012 Cuma

Hayal Kutusu 1

   Küçücük karton kutular önümde dizilmişlerdi. Hayal kutuları. Herkes bir hayalini fısıldamıştı her bir kutucuğa. Kutucuklar görünürde bomboş, aslında kırıklıklarla doluydu.  Adam teker teker önüme bırakıyordu yazmam için. Masanın bir ucunda önce dışına bakıyor, ağır ağır açıyordum. Ne görüyorsam önümdeki kağıda yazıyordum. Birkaç saat yazdıktan sonra kağıtları uzattım. "Bu da ne?" dedi adam yüzü asık. "kağıtlar boş?" 
"hepsini yazdım" dedim. Gördüğüm tüm duyguları. Ne hissettiysem, ne algıladıysam."
"hayır bunların hepsi boş" dedi adam.

 Böylece kısır döngü yeniden başladı. Masaya oturdum, ve kutucukları tek tek ve ağır ağır tekrar açmaya, uzun uzun bakıp yeniden yazmaya koyuldum. Kutunun dışında hiçbirşey algılamamam için herşey beyazdı. Oda, masa ve kapı. Kapının açıldığı dar uzun penceresiz koridor da. Kağıtları her elime alıp kapıyı açışımda adamı koridorun ucundaki koltukta, başını elleri arasına almış, gözlerini kapatmış, buluyordum, kapı sesiyle irkilir gibi oluyor, şiş göz kapaklarını kırpıştırıyor ve yüzüme bakıyordu. Nedense kağıtlara değil. Dördüncü kez kağıtları uzattığımda "artık yazamayacağım" dedim.
"acıktığını, susadığını yada uykun geldiğini söyleyemezsin. Burda böyle hisler yoktur" dedi aynı asık yüzle.
"biliyorum. Ama yinede yazamayacağım" dedim.
"Yazmayı isteyen sendin. Şimdi bu da neyin nesi?"
"Bilmiyorum. Devam etmeyeceğim. Uyanmak istiyorum artık."
"Bunun rüya olduğunu da nerden çıkardın?"
"Değil mi?" dedim. Kağıtlarımı alıp odaya geri döndüm .

22 Şubat 2012 Çarşamba

Episode VI : "Eski" Dost

          8 yıl kadar önce bu sokakta beraber otururduk. Hayatın ilk yerleşme halleri. Şimdi benim arabamda yanımda oturmuş, hafif bir sesle ortak tanıdıklardan bahsediyor, işe dönüş sürecinden, şimdilerde 9 aylık olan bebeğin doğumundan. "tanıdın mı burayı"  diyor gülümseyerek, "az" diyorum. Çok zaman geçmiş, aslında pek çok şey aynı kalmış, ama hiçbirşey tanıdık gelmiyor. Sanki hafızamın bu bölümünü silmiş gibiyim, karanlık, kalabalık tuhaf bir dönemi hayatın. Bir köşeyi dönerken o köşede koşarak taksi aradığım gecenin geç bir saatini hatırlıyorum. Kızımın havale geçirdiği gece. "Bir sigara versene" diyor. Oysa onun yanında olduğum için  yakmamıştım.
"emzirmiyormusun?"

 "emziriyorum. öf, semiha, aylardır içmiyorum, bir tane ver işte." birer sigara yakıyoruz. Beni sigara ile tanımlıyor tüm arkadaşlarım gibi. Özdeşleşmiş bir resim bu herkesin kafasında. umutsuzlukla derin bir nefes çekiyorum. Neredeyse varmak üzereyiz, eskiden de oturduğu evin tam arka sokağına taşınmış. Ne kadar uzun zaman geçmiş. O zamanlar benim kızımın olduğu yaşlarda bebeği. Sevimli uykulu gözlerle anneannesinin kucağından içeriye girişimizi izliyor. Annesinin kucağını garanti eder etmez yüzüme bakıyor.

   Annesiyle tanışmamız çok öncelere dayanıyor, daha işsiz birer üniversite mezunuyken o iş sınavından bu iş sınavına sürüklendiğim günlerden birinde, yine bir yazılı sınav öncesinde sınav salonunun dışında ki avluda 2 gün sürecek yıldırıcı bir maratonun başlangıcında görmüştüm onu ilk. Az sayıda ki sandalyelerden birine oturmuş, bir diğerine çantasını bırakmıştı. Bir çok kişi de ayaktaydı. Yürüdüm, etrafımda oturacak bir yer olmadığını gördüm, o sırada biri yer verdi, az sayıda bayandan biri olmanın avantajı. Oturdum, ama karşımda ki kadına sinirli bir bakış attım, kadın çantasını kucağına aldı anlamış gibi. Sonra yaptığımdan utandım ve bir süre sonra da unuttum. Sınavın ilk oturumu bitip de öğle yemeği için bizi bıraktıklarında yürüdüm, binanın dışına çıkıp istanbulun güzel bir bahar öğlesinde umutsuzluk ve yorgunlukla yemek yiyecek bir yer bulmaya çalıştım. İlk gördüğüm yere gidip oturdum. Kadın önümden geçerken durdu, gülümsedi, yanıma geldi, "merhaba" deyip oturdu.

 O sınavı ikimizde kazanamadık. Ama uzun sürecek bir arkadaşlığın başlangıcıydı bu. Şimdi bebeği ile yerde oyuncaklarla oynarken ne çok şey yaşadığımızı düşünüyorum. Doğu görevinin ilk zamanlarında her birimiz ayrı bir şehre savrulmuşken uzun uzun telefonda konuşurduk. Teselli mi ederdik birbirimizi? hayır. Teselli edebileceğimiz bir şey yoktu. "Allahım bizi yalnızlıkla sınama" demişti bir keresinde. O günlere dair söylenebilecek en özet cümleydi bu.

Zaman geçer. Hayatın en temel gerçeği.

  

15 Şubat 2012 Çarşamba

Episode VII : Ayın ondördü versus ayın onbeşi

 Ayın ondördü gibi güzel denirdi, sonra birde işte Şubat'ın ondördü vardı romantik. Ama elde kalan nedir? Ayın onbeşi. Ödemeler ve hayatın acı gerçekleri günü. Bir aylık çalışmanın karşılığı, geçimini temin etme ve bankaya yatan rakamların yine birer rakam olarak bankadan uçup gidişini izlemek. Sanallığın başka bir boyutu. Hayat ne kadar reel?
İki ayrılık şarkısı, iki farklı yaklaşım : )

14 Şubat 2012 Salı

1 Şubat 2012 Çarşamba

26 Ocak 2012 Perşembe

      Ev. Ne çok huzur ve ne çok huzursuzluk duymuşum burda. Ne çok acı ve ne çok sevinç yaşanmış, birbirinden bunca farklı duyguyu hep bir arada yaşamışım. İşte yine döndüm sana. Geçmişimde ve geleceğimde bir parça. Nedir ki toprak demiştim, ne anlamı var ki? Yüzüme bakıp "başka neyin anlamı var ki?"demiştin. "Düşün, senden geriye ne kalacak? Sadece toprak.. senden önce ve senden sonra varolacak olan." Burası benden önce vardı, ve benden sonraya kalacak. Toprak duygusu. Bu yüzden mi? Bunca zamandır aidiyet hissettiğim tek yer, kendi kendime itiraf etmesemde bu cümleyle yüzüme vurulan. Aidiyet. Ne kadar az şeye hissedebiliriz aslında.
Toprağım. Neredesin.

21 Ocak 2012 Cumartesi

  Yollarından dönesim var. Hiç gitmeyesim.  Sigara eşliğinde tembellikler edesim var.  Buz gibi Ocak soğuklarında arkandan  ağıtlar yakasım var.

16 Ocak 2012 Pazartesi

Episode V : Kar

Kar başlamıştı nihayet. Kentin pazartesi mesai çıkışı koşturmacasının üzerine sessizce, umarsızca yağıyordu. Herşey ertelenebilir, herşey unutulabilir, yeniden varolabilir insan bu beyazlıkta. Durup soluk alabilir. Kaybolabilir. Affedebilir, affedilebilir. Kar, tatlı uzun bir uykuyla soğuğun seni başka bir aleme götürebilmesini sağlayabilir....

7 Ocak 2012 Cumartesi

Hata şuydu ki, ben şarkıdaki hislerin yöneldiği kadın değil, hisseden adam  olmak istiyordum. Hissetmek ve yazabilmek. İkisini de becerebildiğimden şüpheliyim. Nastasya dururken, prens mişkin olmaya özenmek. Budala bir okurun hazin sonu.

3 Ocak 2012 Salı

Yüzün/ Kayıp hüzün

Hepsi bir rüya gibi. Hayal miydi gerçek mi.. Hepsi, tamamı uzak bir coğrafyada yaşanmış gibi, yıllar önce, bulanık bir anı, zorlandıkça kayboluverecek zihninde. Anılarına hükmedemiyorsun, istediklerinde görünür olup, istediklerinde kayboluveriyorlar. Belki de bu daha iyi olandır. Yeteri kadar uzun, ağır bir uyku herşeyi silebilir. Yeniden, yenilerini yazmak için. Yada artık yeni birşeyler yazacak kadar zamanın olmadığını kabullenebilmek için. Yorgunluğun bedenini ele geçirebilir. Sonra beynini. Sonra kalbini.