21 Nisan 2013 Pazar

      Küçük kız gözlerini kocaman açmış yüzüme bakıyor.Sanki  bir dükkanının önünde terk edilmiş, ne gelecekse başına kaderine razı, şaşkın, ürkmüş. Onu öyle görüncebirkaç gün önce onu bıraktığı için, içimden kızıyorum annesine, arkasında iri kıyım bir kadın duruyor, güzel mavi gözlerini yükseklerden bana doğru indirerek hah, kurtuldum der gibi kıza soruyor, "bu mu? bu mu?" kız cevap vermiyor, doğrudan bakmıyor kadına, zaten küçük bedeni minicik kalmış gibi. Gülümseyerek "evet, melek'in arkadaşının  annesi benim" diyorum. "tamam o zaman emaneti size devrediyorum, annesi size bırakacağımı söyledi" diyor. "evet" diyorum. Küçük kıza dönüp, nasılsın diyorum, şaşkın bakmaya devam ediyor. Sanki kim olduğunu bile unutmuş bir halde. Sonra birkaç saati beraber eğlenerek geçirecekleri çocuk klubünün kapısında duruyorlar kızımla. Kızım rahatça küçük kızın   çantasını bana uzatıyor, "anne bunu arabaya koysana", arkadaşı ile zaman geçireceği için keyfi yerinde. O an kendine geliyor, "dur çantamdan bir kaç bişi alacağım" diye mırıldanıp, çantanın fermuarını açıyor. İçinde bir yığın tıkıştırılmış eşya ile biraz uğraşıp sonra yine kapatıyor. İçeri doğru giriyorlar.

18 Nisan 2013 Perşembe


         Genişçe bir salonun iki ucundaydık. Onların tarafında iki tane masa uzunlamasına yanyana konmuştu. Etrafında yüzleri bana dönük oturan altı yedi kişi. Yüzlerinde bütün gün o masada oturup soru sormanın yorgunluğu, birkaç ahbap bir araya gelip eğleniyoruz işte halleri. Ceketler bir kaç saat önce çıkarılıp sandalye arkalarına asılmış, o da yetmeyince gömlek kolları kıvrılıp dirseğe kadar katlanmış, masada duran pembe dosyaların üzerinde plastik çerez tabakları, bir kaç su bardağı.  Günün sonu, yapılacak son mülakat olarak ben içeri girdiğimde bir kaçı başlarını kaldırıp beni süzdü, birkaçı kaldığı yerden sohbetine devam etti. İlerleyip benim için yerleştirilmiş küçücük masaya oturdum. Üzerinde küçük bir peçete ve dolu  su bardağı. Bu küçük masaya oturmak için üç yıl geçirdim. Üç yıl, sınavlar, kanunlar, tebliğler, mide kanamaları, en uykulu halinizde sizi zıpkın edecek vitamin hapları ile geçti. Ne kadar önemli şahsiyetler olabileceğimize dair kabartılıp, ne kadar aşağıya inebileceğimize dair korkutulmak arasında sallanıp durduk. Her ikisi de anlamsız değil miydi? Adamlardan biri, benimle konuşacağı aralarında önceden kararlaştırılmış olanı, bir şeyler sormaya başladı. Elinde pembe bir dosya tutuyordu, arada içindeki kağıtları karıştırıyordu. Bütün bir geçmişim elindeydi sanki, safha safha yaptığım her işle ilgili birşeyler sordu. İlk soruda sesim, beynimin komutlarına itaat etmedi, ağzımı açsamda öyle kalakaldım daha çok, sonra sesimin çıkmadığını fark ettiğimde beynim de birden bütün bir geçmişi unuttu. Neydim. Kimdim. Ne diyecektim. Adamlardan bir diğeri, gülerek birşeyler söyledi. Bir başkası bu halime acıyarak yine geçmişimle ilgili birkaç birşey söyleyince yavaş yavaş çözülmeye başladım. Bir üçüncü diğerine “evet salla, salladıkça dökülüyor” dedi gülerek. İlk konuşan adam ardı ardına sürekli sormaya başlayınca bende sürekli konuşmaya başladım birden. Hapşırmaya başlayınca dek. Birkaç kere hapşırdım ve yeni aldığım siyah daracık ceketin henüz açmadığım ceplerinde kağıt mendil olmadığını hatırlayana kadar da kendimi kötü hissetmedim. Ceketin kapalı ön düğmesinin iyice daralttığı bedenim patlayıverecekmiş gibi hissediyordum. Sonunda burnumun da akmaya başladığını çaresizlikle hissedince birden bütün ciddiyetimi yitirdim. Oldukça sakin su bardağını kenara çekip altındaki peçeteyi aldım ve burnumu sildim. Nasılsa kaybedecektim. Son bir soru daha sorduklarında, rahat rahat soruda geçen durumda yapabileceklerimi en ağır şekliyle anlattım. Asardım, keserdim ve ibreti alem olsun diye meydanda sallandırırdım öyle bir durumda. Rahatlamıştım. Hepsi gülümseyerek beni dinliyordu. Başlangıçta ki alaylı hallerinin tersine teşekkür ettiler mülakatın bittiğini ifade ederek. Kalktım ve kapıyı açmak üzere elimi uzattığımda içlerinden biri adımla hitap ederek seslendi ve ekledi “sen yine de elindeki kılıcı bu kadar keskin sallama”. Kazanmıştım.

8 Nisan 2013 Pazartesi

Sıradan pazartesi sendromu işte. İşyerinde de bu kadar "takdir" gördükten sonra kıpırdayası gelmiyor tabii ki insanın. Ne diyordum? Kımıldayacak alanım kalmadı. Yani yerim dar, o yüzden de oynayamıyorum. Oyunbozanın teki oldum çıktım. Aklım kilometrelerce ötede. Ev dağınık, hava yağmurlu, trafik berbat.  Ara ara ambulans sesleri. Müzik dinlersem geçer sanıyorum. Müzikle erteleyebilirim. Herşey akıp gider. Ses kalır. Yazı uçar.

4 Nisan 2013 Perşembe

Pek muhterem kıdemli meslektaş, "evet sizi biliyoruz" dedi, "sizin isminiz geçiyordu, üzerindeki iş yüküyle."
"Öyle mi" dedim şaşkınlıkla.
"Evet" dedi adam tekrar.
O sırada çaylar geldi, ve önce pek kıdemli muhterem meslektaşa, sonra ondan daha az kıdemli ve en az onunda kadar muhterem olana ve  hepsinden daha az kıdemli ve en az onlar kadar muhterem bana. Bir gün genel bir toplantıda idarecilerden birinin söylediği gibi, "bizim meslekte 5 kişi asansör bekliyorsa, kimin önce bineceği, kimin sonra bineceği ve kimin hiç binemeyeceği bellidir." Çay servisi sırası bile buna göredir işte. Daha az kıdemli olan nasıl olduysa sözü çayın nasıl demlenmesi gerektiğine getirdi, ve bana dönüp,
"siz daha iyi bilirsiniz gerçi" diye ekledi.
"Rizeli olduğum için mi?" dedim gülümseyerek. "Ben çay demlemeyi ağbimden öğrendim."

Bende sadece cinsiyetim nedeniyle daha iyi çay demleyeceğimi ve yemek yapabileceğimi, daha düzenli ve temiz olacağımı sanıyordum, fakat ne acıdır ki, bendeki ekstra x kromozomu güdük olsa gerek ki bütün bunları tecrübe ederek ve öğrenerek edinmeye çalıştım demek istedim, diyemedim. Daha az kıdemli meslektaş, cins-i latiften birinin topu taca çıkarmasından keyfi kaçmış,  "rizeli olduğunuzu bilmiyordum" diye mırıldandı. 

Sabah, sol yüzük parmağımı tost makinesinde yaktım. Canım acıdı, küçük çaplı bir çığlık attım ama sonra durdum ve eğer yeteri kadar güçlü bir şekilde bunu yaşamadığımı düşünürsem, acıyı yok edip edemeyeceğimi merak ettim. Ve aynı sahneyi defalarca, düşündüm, parmağımı yaktığım anı daha farklı olarak, eğilip dolaptan tost makinesini alıyorum, tezgahın üzerine koyuyorum, dilimlenmiş ekmekleri içine yerleştiriyorum, biraz bekliyorum ve  parmağımı ekmeklerin bulunduğu kızgın zemine değdirmeden ekmekleri alıyorum. Anının atladığım kısmına her gelişimde parmağım bana inat sızlıyor. Yinede vazgeçmedim ve aynı şeyi düşünmeye devam ettim, bir süre sonra parmağım daha az sızlamaya başladı. Bunu tamamen unutup unutamayacağımı merak ederek düşünmeye ve yanlış hatırlamaya devam ettim. Bir süre sonra telve'ye öfke dolu bir mesaj attım, kısacık, keskin uçlu meyve bıçağı gibi.

2 Nisan 2013 Salı

"Aşık oldum..."
Sesi öyle sarhoş geliyordu ki telefonda, gülümsedim. Çok uzun zaman olmuştu ki bu sesi böyle neşeli, heyecanlı, sarhoş duymamıştım. Bahar başlangıcından mı. Yaşamınızda bazı insanlar vardır, başına iyi şeyler gelsin istersiniz, iyi şeyler yaşasın. Yaşadığı bir kaç saati anlatırken, dolu dolu, aynı heyecanı, mutluluğu tekrar yaşıyordu, neredeyse nefes almadan anlattı. Sonra uzun bir sessizlikten sonra kendi kendine konuşur gibi "benimle o kadar çok ilgileniyor ki. Biri benimle bu kadar çok ilgilenmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki." dedi. Sonra bana  nasıl olduğumu sordu.

Bende kendi trajik hikayemi büyük bir sakinlikle anlattım. Sesi soğudu, anlattıklarımdan mı yoksa anlatırken bunu bakkala gittim ve bir paket sigara aldım der gibi sakin oluşumdan mı bilemedim. İyi dileklerimizle telefonu kapattık. Bütün içorganlarımın bir burgaçla sıkıştırıldığı duygusu. Çaresiz bekleyiş.