22 Aralık 2014 Pazartesi

Şafak 1346 gün.

Buraya yazmayalı uzun zaman olmuş yine. Komşu şehre, ana ocağına gitmek, geri dönüp yılsonu iş koşturmacasında kısa bir süre kaybolmak dışında pek birşey yapmadan geçen günler. Köydeki eve gelen yaşlı misafirin yüzüme bakıp "doğduğun kente döndün ha" deyişi sessiz mavi gözlerini uzaklara çevirerek. "Ben oraya 96'dan beri gitmedim" . Gitmediği kentin  kaybettiği kocasının anılarıyla dolu oluşu. Annem de  böyle söylemişti. O ağır yas dolu günleri başkente taşındığımızda geride bıraktım. Bu şehirde babamın ardından varoluş mücadelesine daldığı günler. Ne kadar küçükmüşüm ve ne kadar uzakmışım annemin yaşadıklarından. Kendi varoluş mücadelemi verirken kentte şimdilerde anlıyorum. Hayır. Sadece hissediyorum.

30 Kasım 2014 Pazar

Şafak 1368 gün.

Hayatımın en esaslı döner kavşağını bu şehirde görecekmişim, ama çok daha uzun yıllar önce bir ankara istanbul yolculuğunun başında ankara şehir içinde pek de trafiğe alışkın olmayan sürücülerin anlık ben geçeyim hisleriyle kilit olmuş bir döner kavşak vardı. Birkaç sürücü trafik ışığına aldırmadan ben bir geçeyim diye ilerleyince herkes birbirinin önünü keser hale gelmiş, durup kalmıştık. Eh, serde böylesi sıkışıklıklara alışkın olmamak da var, kan beynine sıçramış sürücülerden biri öfkeyle arabadan inip bağırmıştı, "trafiğin ...mına kodunuz lan!". Hızını alamayıp tek tek arabalara "peki sen niye geçtin! ya sen niye geçtin! sen ??" diye bağırmaya devam etmişti. Sahneyi elimizden olmadan gülerek izlemiştik ya, sonunda kaos teorisinin doğası gereği yavaşça açılmıştı yol, ilerleyip gitmiştik.
Şimdi kadın yüzüme bakıyor ve "nasıl bu kadar sakin kalabiliyorsunuz her zaman" diyor. İçimden hep bu anımı hatırlıyorum ve çok stress de olsam kendi kendime gülümsememi zor tutuyorum diye cevaplıyorum. Dışımdan, sadece gülümsüyorum. Helede 3 şeritli 9 yolun katıldığı ve ayrıldığı döner kavşağı olan bu şehirde, kavşağa her besmele çekip girişte gülümsememek mümkün mü. Alt geçit yapmaktansa bu kadar yolun katıldığı, ve ayrıldığı alanı böylece bağlayıvermek birbirine, maliyeti düşürüp arabaları birbirine katıştırma mantığı takdir edilesi bir durum değilmidir. Tabii ki takdir edilesi değil, isyan edilesidir. Gülümseyelim madem.

29 Kasım 2014 Cumartesi

Şafak 1369 gün.

Ve günün en güzeli saati, akşamüstü. Denizin iyice laciverde döndüğü, sarı ışıkların otobana vurduğu, dağın usulca sis içinde kaybolduğu. Hele birşey yapmak zorunda değilken, oturup sadece yazabiliyorken.

23 Kasım 2014 Pazar

Şafak 1375 gün.

Veli Toplantısı.

Neyseki sınıf öğretmeniyle özel görüşmeye birkaç gün önce gitmiştim de, bu garip sistem içinde sınıf öğretmeniyle görüşebilmek için sıra olup yarım saat kırkbeş dakika beklemek zorunda kalmamıştım. Sınıf öğretmeni, önceki okuldan  daha duyarlı ve daha önyargılıydı. "Ne zaman boşandınız?" dedi ilk olarak. Uyum problemlerini tabii ki işte boşanmış aile çocuğu diye çözmüştü bile. "8 yıl oldu heralde" dedim. "Çok da zaman geçmiş ama neden böyle yapıyor ki" dedi. "ne yapıyor ki" dedim. "çok zor konuşuyor, konuşurken duralıyor, düşünüyor, bu da sınıf arkadaşlarının dikkatini çekiyor" dedi. "Biz başka şehirden buraya taşındık, ve burdaki sınıfla ordaki sınıf doğal olarak çok farklı, ve kendine güven problemleri yaşıyor sanırım olabilir mi" dedim. "Evet olabilir" dedi. Hay senin eğitimciliğine demedim. Bu kadar net önyargıları olan bir sınıf hocasıyla işi çok zor tabii demedim. Sustum, gülümsedim, "İlk zamanlar daha kötüydü galiba biraz iyileşme var mı" dedim. "Evet,şimdi daha iyi, ama hala devam ediyor" dedi. Sabır dedim kendi kendime. "Daha iki ay oldu, bütün hayatı, evi arkadaşları değişti, kendi tercihi de değildi bu durum, zamana ihtiyacı var sanırım" dedim. "Evet" dedi. "Ama notları iyi, derste başarılı ben başarısız olur sanıyordum" dedi. Bu nokta işte, benim sakinliğimi hala koruduğum, kadına kafa atmadığım, ve bu sabrımla kendimi takdir ettiğim noktalardan biriydi ki bunu kızıma da söylemişti ama bana söylediği bu cümlenin aynen geldiğini bilmediğini gidip bu konuyu konuşmam gerektiğini düşünmüştüm.
Veli toplantısı, okul genelekleri üzerine, yarım saatlik sınıf hocasının genel konuşması üzerine tek tek velilerle görüşme yapıldığı, bu yüzden de hangi öğretmenin velileri hangi sınıfta kabul ettiğini önce keşfedip, sonra sınıf kapısında uzun kuyruklarla içerdeki de ne kadar uzun kaldı öf pöflü söylenmelerle geçen bir 6 saatlik toplantıydı. Genel görüşmenin ardından listeden iki hoca seçip önce sınıfları aramaya koyuldum. Ama labirent gibi koridorlar arasında aradığım sınıfı bulamadım. İki koridoru iki kere tavaf edip, umutsuzlukla koridorda uzayıp giden veli kuyruklarına bakarken etrafta dolaşan bir müdür yardımcısına sınıfı sordum. Müdür yardımcısı sınıfın 3cü katta olduğunu söyledi. Tekrar çıkıp tekrar aradım ama yine bulamadım. Mutsuz ve yorgun 2ci kata döndüm. Aynı müdür yardımcısı ordaydı. Bulamıyorum dedim çaresizlikle. Bu sefer müdür yardımcısı sınıfa kadar getirdi. Bu beden öğretmeninin sırasıydı. Bekledik. Bir iki veli gelip sıraya kaynamaya çalışınca diğer veliler müdahale ettiler. Bir ara bir veli kendisinin önceden de orada oluğunu iki dakikalığına sıradan ayrıldığını söyledi ama diğerleri bu durumu kabul etmedi. Yorgunluktan bitkin düşmüştüm ki sıra bana geldi ve içeri girmeyi başardım. Aslında şöyle demek istedim. "len zaten dandik bir ders. Ne zorluyorsun çocuğu." ama şöyle dedim, "nasılsınız hocam ben y sınıfından z nin annesi, benim kızım çok yatkın değil beden dersinde, zaten hiç bir zaman çok hareketli bir çocuk değildi"
"Evet, gerçekten öyle. Ama sınıf arkadaşları çok dışlıyorlar öyle oluncada, e bende kayırmak istemiyorum gelişimi engellenecek diye"
"Tabii, ama işte burdaki koşullar ve geldiği yerdeki koşulları çok farklıydı, biraz uyum problemleri yaşıyor tabii, belk özgüveni yerine gelene kadar biraz desteklerseniz.."
"evet, olabilir, geçen yılda böyle bir öğrencim vardı, onunla başarılı olduk aslında, evet, ben desteklerim, en azından uyum sağlama süreci tamamlansın" Kısa görüşmenin sonunda sabrımı yine takdir ederek diğer öğretmenin sırasına doğru ilerledim. Ebeveyn olmanın küçük sıradan önemli zorlukları.
Görüştüğüm diğer öğretmenin de sınıfına girmeyi başardığımda artık bu sonuncu diye düşünüyordum kendi kendime. Öğretmen sakince "iki kere derste kitap okuyordu, bir kitabını aldım, bende duruyor" dedi. "Evet anlattı bana, derste kitap okunmaz dedim bende" dedim. "Derste iyi ama, bildiği konuda kendi fikrini mutlaka belirtiyor, derse katılıyor."dedi. "Onun en sevdiği derslerden biridir sosyal" dedim."Notu da yüksek. Bir keresinde de bana 'hep aynı şeyi anlatıyorsunuz' dedi, ama mecburum herkesin kavrayışı aynı değil, bazıları bir kerede bazıları üç kerede anlıyor" dedi. "Tabii ki sınıf geneli önemli" dedim. Bu sefer sınıftan mutlu çıktım. Kendisini 'hep aynı şeyleri anlatıyorsunuz' diyen öğrenciye kızmayan, öfkelenmeyen hatta neden böyle yaptığını veliye anlatan öğretmeni içimden takdir ederek.

22 Kasım 2014 Cumartesi

Şafak, 1376 gün.

İstanbulun genel trafik hallerinde geçerli olan temel kural, biri bulunduğunuz yolda çılgın hareketler yapıyorsa, sakin ve istikrarlı davranmaktır, bu durum sizin hep aynı şekilde devam edeceğinizi varsayan çılgın sürücünün hesaplarını doğru yapabilmesini ve kazasızca çılgınlıklarına devam edebilmesini sizin de durumu sağlıkla atlatabilmenizi sağlar. Bu şehrin en büyük güçlüğü istikrarlı ve sakin davranmanın durumu kurtarmaya yetmemesi, bazen kendinizi kurtarabilmek için sizinde anlamsız ama gerekli kimi riskleri almanızı gerektirmesi.

14 Kasım 2014 Cuma

   Sayısız yapraklarını bir bir musluğun altına tutup yıkıyor kadın ıspanağın. Arada durup gerinir gibi yapıyor, tezgahın köşesindeki kahvesinden bir yudum alıyor, ve mutfak masasının rahat sandalyelerinden birine tüneyen bana anlatıyor. 9 yıl olmuş buraya yerleşeli. Evlenmiş, ve bu eve gelmiş. Burası şehrin diğer yerlerinden farklıymış ve buraya alışan başka yerde oturamazmış. Konuşurken hafif şivesine aldırmadan gözlerinde muzır bir çocuğun ışıltısıyla bana bakıyor arada. Ne menem biri olduğumu anlamaya çalışıyor. Aslında bir bakışta karar vermiş gibi ama sonunda siyasete de giriyor. "Sen bu taraflı olduğuna göre siyasi görüşün de bellidir" "Öyle midir?" diyorum gülümseyerek. "Yada öyle mi görünüyorum?" 80 döneminden önce çocuk olmak, siyasi görüşlerini ölsen bitsen belli etmemeye çalışmak, Hayat işte böyle çelişkilerle dolu anlamsız birşey. Yormayalım birbirimizi. Ne gerek var. Üzerimde bir erkek pijaması, durumu biraz toparlayacak bir siyah hırkayla kapıda kaldığımdan, hadi gel çilingir gelene kadar  bir çay içelim davetine hayır diyemediğim genç kadın "işe de geç kaldın değil mi" diyor. Başımı sallıyorum belli belirsiz. Arabanın evin hemen önüne park edili olmasından zaten işe hergün geliş gidiş saatlerimi biliyor olma olasılığı, gülümseyerek birinci katında avantajı işte yola yakın olması geleni gideni rahat görüyor olmak diye özetleyişinden belli. Önüme küçük bir tabakla fındık ve ceviz koyuyor." Bizim oranın fındığı " diye ekliyor. Bende "sizin orası neresi" diyorum rahat. Köyünü anlatmaya başlıyor. Yorgunum. Daha sabah. Kapı çalıyor. Meraklı, yardımsever ve heyecanlı kapıcımız, yarım saatlik uğraşmasına rağmen kapıyı açamayınca getirdiği çilingirle birlikte. Yukarı çıkıyoruz. Çilingir kapıyı kısa bir çabayla açıyor.  Eve yeniden girebilirken, üzerimde gecelik değilde bu garip pijama olduğu için şükrediyorum kendi kendime.

10 Kasım 2014 Pazartesi

Şafak, 1388 gün.

Buraya yazmayalı çok olmuş. Bana göre çok. Günler sakin, günler kabak lapası kıvamında. Tatsız, biraz hasta, ve yorgunlukla geçiyor. Balkonumdayım. Balıkçı tekneleri açıkta. Hep burada kalsam ve burada kalabilerek zamanımı başka zorunluluklar olmadan geçirebilsem. Gitmem ve koşmam gerekmese.

1 Kasım 2014 Cumartesi



Doktor.

Tabii ki küçük yerlerin, tanrıdan bir sonrada biz geliyoruz işte diyen bir grup doktoru olduğu gibi, benim gibi bilmeden egolarını zedeleyen hastaları da olabiliyor. Ama bu sefer doktoru kızdırmış olmalıyım ki, adam teşhis olsunda tedavinin acelesi yok nasılsa, sürünsün noktasına gelmiş olmalı. Yada sadece kan tahlili için kan vermenin tedavide etkin bir yol olduğunu düşünüyor olabilir.(bakınız ortaçağ ekolü).
Şafak 1397 gün.

Ateşin 38,2'ye düşmesi. Ama gözünün yemediği zaman diliminde ölçmediğinden kaça kadar çıktığını bilmemek. Terleyip üstünü değiştirip az biraz da sıvı alıp ölçmek. Rasyonel hareketler diil tabii ki. Napayım.( Türkçe yazmakla başlayabilirsin) . Bırakıcam sigarayı kesin. Karar verdiğim. Olmaz olsun bu bağımlılık hali. İnsan bir kaç gün ara veremiyor onun yerine cam parçaları soluyor ve ciğerinin en dibine saplanıyorlarmış  gibi hissede hissede sigara içiyorsa bir dur demenin zamanı gelmiş demek ki. 20 yıldan fazla. Yeter.

24 Ekim 2014 Cuma

Şafak, 1405 gün.

Sabah serinliğinde apartmanın önünde okul servisini bekliyoruz, yarı yorgun yarı uykulu. Birinci katta oturan sarışın kadın birşeyler anlatıyor. Sevimli yerel şivesiyle. Ne dediğinin bir anlamı yok, otursun, konuşsun sadece, gülümseyerek dinletebilir insanı. Genç anne, bebeği evde uyurken birinci sınıfa giden oğlunun servise binişini izliyor. Her detay, her ayrıntı ilgisini çekiyor. "zarfı kaybettik, ücreti ne zaman istediler ki" diyorum. İlgiyle bakıyor yüzüme. "Zarf kayboldu mu? ooo, çok oldu geçen hafta, 15'iydi galiba." Sonra bu hayretini abartılı bulup kendi kendine mırıldanıyor. "olur da bazen." Gülümsüyorum. Garip bir sakinlik içinde sanki herşey. Böyle sakin kalsın istiyorum. Açık mavi gökyüzü altında sanki yağmurdan günlerce uzaktaymışız gibi kuru hava. Oysa öğleden sonra bulutlar tamamen kapatıp, gri hüzünlü bir ekim yağmuru başlayabilir.

22 Ekim 2014 Çarşamba

Bir akşam telefon çaldı ve ses "istanbulda mısın?" dedi.
hayır dedim.
"Karşı masadaki sana çok benziyorda, tam da senden bahsediyordum, bir an sen sandım"dedi.

Gözlerimi kapattım ve bu anı düşündüm.

birkaç yıl önce eve yakın bir marketten çıkarken arabanın içinde yavaşladığım kavşak noktasında, elinde market poşetleri kimbilir neyi bekleyen bir adamın yüzüne ilişmişti gözlerim. Adam sesin sahibine o kadar benziyordu ki, şaşkınlıkla bakakaldım. Çok uzun zamandır istanbul'da olmadığını sanıyordum,  gelmiş mi yoksa diye donup kalmıştım, gelse bile burda ne işi vardı? o kadar dikkatli bakmıştım ki adamda yüzüme baktı, ve baktığı an yüzündeki farklılıktan değilde bakışımdan  duyduğu rahatsızlıkla şaşkınlık arası histen anladımki o değildi. Bu yabancı bir kadının yüzüne hayretle bakmasına şaşıran başka bir adamdı sadece.

21 Ekim 2014 Salı



Comparative literature



18 Ekim 2014 Cumartesi

Şafak 1411 gün..

Artık istediğim zaman sigara içebileceğim bir yerdeyim. Binada asansör ve otopark var. Buna karşılık ısıtma ve yazında artık elzem hale gelen soğutma sistemi yok. Sonbahar iyiden iyiye hissedilir hale geldi artık, ve hala kaloriferler yanmıyor. Sadece ısınma ihtiyacı için değil, dışardan eve girdiğimde yaşayacağım sıcak duygusu için istiyorum. Bazen yorgun ve mutsuz dönüyorum eve. Bazen çok keyifli. Zaman. Daha fazla zamanım olsun istiyorum. Evi seviyorum. Evde daha fazla zaman geçirebilmek istiyorum. İnsanoğlu işte hep birşeyler istiyor. İyi bir okuma programı yapamadığım için zamanım boşa gitmiş gibi hissediyorum. Bir şeyler oluyor, etrafımda, ülkede, dünyada. Ne olup bittiğini bile anlayamıyorum. 

13 Ekim 2014 Pazartesi

Tayin zamanı yaklaşıp, şafak sıkıştırmasının tavan yaptığında duyduğumda tüylerimi diken diken eden cümle, "senin için iyi olan.." diye başlayan ve tanıdığım neredeyse herkesten duyduğum cümleydi. Burada tanıştıklarımda istisnasız "alıştınız mı?" diye başlıyorlar. Hayır neye alışacağım arkadaşım? diye bir atarlanasım geliyor, derin bir nefes alıyorum cevaba başlamadan önce. Yada durup "peki siz, bana alışabildiniz mi" diyeceğim birgün.
Şafak 1415 gün.

Pazartesi, salı ve hatta çarşamba sendromunun tavan yaptığı anlar. pms sendromu, tanıdık bildik tüm sendromların üstüste binme hali. Olur böyle şeyler, mütevaziliği ile susayım kendi kendime.

11 Ekim 2014 Cumartesi

Metropol insanı versus Metmepol insanı.

Metropol insanı her daim kaygıyla koşturmak zorundadır. Metmepol  insanının ise küçük dertleri, büyüttüğü sorunları, hayatın kolaylığının bünyeye getirdiği boşluk duygusu ile başa çıkabilmek için durduğu yerde uydurduğu zorlukları vardır. Her iki grup içinde diğer grubun içinde yer alma ihtimali korkunçtur. Ortak duyguları "ben orda nasıl yaşarım"dır. Bu fani, küçük hisleri kendilerinin büyük, anlamlı bir yer işgal ettirdiği hissini yaşatır.
Şafak 1417 gün.

Günler sessiz, sakin ve yorucu geçiyor zaman zaman. Balkondan sabahları kayıkları izliyorum. Denize açılan, çok daha erken bir saatte açılıp geri dönenler. Belkide insan tüm sıkıntılarından arınıyordur kayığın burnu ufka doğru ilerlerken. En çok o sahne güzel olmalı. Geride karayı bırakıp, ufka doğru açılmak. Kayık alacağım diye söylenip duruyorum, sonra da motosiklet alacağım diye. İnsanın burda değişik amaçları oluyor, metropolün kaygılı zamanlarından. Akışına bırakmak hali. Birde şu kahve yokmu, insanın canına can katan. Kokusu, tadı. Seviyorum ülen.

25 Eylül 2014 Perşembe

Şafak 1433 gün.

Bir acaip memleket. Hala omuz atma geleneğini sürdüren hisli tacizci gençler var mesela. Nedir bu omuz atma hikayesi evladım dur bir düşün, git yaşıtlarına konuş eğlen keyifli zamanlar geçir, ne yapmaktasın diyesi geliyor insanın. Yada aa ben çocukluğumdan hatırlıyorum bunu, vay hala sürüyormu buralarda denebilir. Yanlış anlaşılmanın kesin olduğu durumlar.
 Öyle deme, güzel yönleri de var, "İki elin parmakları kadar çalışan varız burda" dedi hoşgeldine gelen meslektaş. Bir kere "hoşgeldin'e gelmek" eyleminin kendisi bile buraya has. Geldiğin yerde geldin mi gittin mi öldün mü kaldın mı kimsenin umrunda olmazdı .
 Fena olan durum, bu hoşgeldin ziyaretini yapan kıdemli meslektaşlardan birinin, acaba mesleki bilgisi benden çokmudur kaygılarıyla yaptığı ben herşeye hakimim temalı sohbetler. Üstelik benim hemen her konuda olduğu gibi mesleki bilgiler konusunda da kenarından köşesinden hiç bir iddialı tavrım yokken. Bir de  Burada işlerin kör tuttuğunu öper mantığıyla yürüdüğünü usulünce anlattıp peki siz nasıl yapardınız diye sakin soruşu yokmu. 

21 Eylül 2014 Pazar

Şafak 1437 gün.

Sabah sessizliğinde balkonumdan karadenizi izliyorum. Sabah koşularını yapan bir kaç insan, sahildeki yürüyüş yolunda, yan taraflarında dalgalanan, köpüren denize paralel yürüyorlar. Arada büyük araçlar sahil otobanından geçiyor. Bulutlu, süt beyazı gökyüzünde batıdan gelen uçak yavaşça alçalıyor. Yavaş ve sinsice alıştırıyor kendini bana şehir. Onu yeniden sevmeyi, yeniden bağlanmayı öğreniyorum.

19 Eylül 2014 Cuma

Daha sweet bir home. :)



29 Ağustos 2014 Cuma

  Şafak 1459 gün. Hoşgeldin yeni hayat.
   İnsanlarla vedalaştın. Ölmeyecektin, sadece gidiyordun, yinede tanıdığın bildiğin herkesle "usulünce" vedalaştın. Bu son ziyaretlerde, her seferinde, bir film şeridi gibi hayatının o insanlarla paylaştığın kısmı gözünün önüne geldi. En son, oda arkadaşın işyerinden çıkıp, çuval ve dosyalarla dolu odada bir başına kaldığında, çekmeceni açtın. boşaltmak için. Ağlayacak gibi oldun. Boşaltamadın çekmeceni. Sustun. Kalkıp gittin.

16 Ağustos 2014 Cumartesi

    Kadın anlatıyor. Anlatırken gözleri doluyor. Eşinin cep telefonunda yakalamış mesajı. Hüzünlü bir mesajmış. Aldatılmış birçok kadın gibi acımış, kendine, ve kabul etmiş. Şimdi çocuğu 9 aylık. Boşanmayı düşünmüş. Ama bunu çocuğuna yapamayacağını, onu babasından mahrum edemeyeceğine karar vermiş. Zaten mesajın içeriğinden kadının terk edildiğini anlamış. Bitmiş bir ilişkiymiş. Anlıyormuşum değil mi, kadını ihtiyaçları için kullanmış sadece, Onun için bu çok önemliymiş, O bunsuz yapamazmış ve bu süreçte kendisi doğal olarak buna yanıt veremiyormuş. Öyle olurmuş ya.
     Böylece rasyonelleştirilen aldatma sürecinde birde "çocuğu babasından mahrum bırakmama" ulvi kararı da eklenince kadının mutlu evliliği devam ediyor, buna birde evlilik yıldönümünde gidilecek tatil eklenince,gelmiş geçmiş kötü günler.
   İşte hayat böyle hep aynı kısır döngülerle devam ediyor. Ne ilk ne son olacağın hikayelerde ilerliyor. Benden doğru kararı verdiğine dair bir destek cümlesi bekliyor. Ne demeliyim. Kim için? Bütün kadınların makus kaderi için şöyle demeliydim, "affedip kabul ederek, zaten bunun tam da böyle olmasını sağlayanlardan birisin" yada, sadece arkadaşımı sevdiğim üzülmesini istemediğim için, "ya evet aslında tabii yanlış yapmış ama sen çocuğun için en doğrusunu yapmışsın, artık düşünmen gereken şey oğlun" ve hatta biraz da eğlence katmak için "evet ama biliyormusun, aldatmak öğrenilen birşeydir,er yada geç sende onu aldatacaksın". Ya da acı bir dost söylemi, "bir kere affedildi. yine yapacak." Realist de olunabilir. "neden cinselliğe bu kadar önem atfediyorsun ki, abartacak birşey yok." Daha dramatik ama gerçeklikten uzak, "bu hikayenin elle tutulur bir tarafı yok, boşanmanla çocuğun babasından mahrum olmasının ne ilgisi var, çocuk boşanmıyor sen boşanıyorsun." 
Ya da. Boşver, herşey saçma zaten. Sal gitsin.

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Beynim klavyeye akacak. Hava sıcak, odanın dört bir yanı bitmeyen işleri yazılmayan raporları gözüme sokmak için saçılmış açık koli, çuval, belge dolu. Kızımı özledim. Yanımda olsaydı. İş çıkışında evde beni bekliyor olsaydı mesela. Bencilliğin daniskası ama olsun. Hava sıcak. Kızım uzakta. Yapılacak çok iş, harcanabilecek az enerji var. Kıpırdayasım yok. Toplanmak istemiyorum. Rapor yazmak istemiyorum. Bu şehirde kalmak istiyorum.

24 Temmuz 2014 Perşembe

Ben ilkokula gitmeden önce okumayı öğrenmiştim. Beş altı yaşlarında başladım kitap okumaya dedi karşımdaki.
Kendi makus tarihimi düşündüm. Ablam benden on yaş büyüktü ve kitapsever babam ona okumayı sevsin diye bir kitap seti almıştı. Neler yoktu ki içinde, küçük hanımlar, alice harikalar diyarında, Tom Sawyer. Ben daha küçüktüm. Okuyacak yaşta değildim. Ama şirindim. Eve gelen her misafirin yanına gidip bu kitaplardan birini eline tutuşturup "bana okur musun?" derdim. En çok büyük kuzenim okurdu bana. Sarı uzun saçlarını geriye atar, bıkmadan uzun uzun okurdu. İlkokula kadar iki kitabı bitirdim böylece. Sonra okumayı öğrendim. Kendime ait bir odam yoktu, çekilip kitabımla başbaşa kalabileceğim. Ama benden başka kimsenin girmediği uzun örtüsü yerlere kadar ulaşan yemek  masasının  altı vardı. Bana ait mekan. Masa altına girer, kaybolur, okuduğum kitapta bulurdum kendimi. Boyum masanın altında kaybolmama izin vermeyecek kadar uzadığımda artık miyop olmuştum.
  Hava sıcaklığı 31 derece. Nem %80. Evdeyim. Dışarıya, bulutlara bakıyorum. Yağacak. Sakinleştirecek. Hayatı daha yaşanılır kılacak. Yorgun değilim. İyi uyudum. Gözlerimi kapatıp bugünü "dinlenmeye" ayırabilirim. Uzun zaman yapmadığım kadar sade bir gün geçirebilirim. Daha az kaygılı. Daha çok tembel. Yazabilirim. Sadece kendim için. Okuyabilirim. Yapmam gereken bir kaç küçük keyifli işi tamamlayabilirim. Bunun bir lüks olduğunu biliyorum. Bu beni hep mahcup hem sevinçli kılıyor. Tüm bu karmaşanın orta yerinde sakin bir hayatı sürebilmek.

15 Temmuz 2014 Salı

    Ben o şehirde doğdum ve büyüdüm. Telefondaki ses "Trabzon" dediğinde, o şehirde geçen çok mutlu günlerle çok sıkıcı günleri, yapayalnız kalmakla, kendini  kocaman büyük bir ailenin içinde hissetmeyi aynı mekanda yaşadığımı hatırladım. Yağmuru ve denizi sevmeyi bu şehirde öğrendim. Ergenliğimde, anadolunun bir bozkırına savrulduğumda, bir şehir içinde incecik sızıyla nasıl özlenir öğrendim. Bir de tabii ki, İstanbul'dan ayrılıp Trabzon'a yerleşen babamın izinden devam etmenin  romantizmi de var. Hepsinden tuhafı da bekar bir anne olarak yapayalnız verdiğim hayat mücadelesinde, 'eve' dönüyor olmanın hem anneme hem o şehirde yaşayan kuzenlerime verdiği güvenlik hissi. benim adıma hissettikleri güvenlik hissi değil bu. Kendileri için hissettikleri "artık yanımızda, bir sıkıntı yaşarsak arkamızda" duygularını hesapsız, içten gösterişleri. Gideyim kendi "şehzade"mi yetiştireyim madem.

11 Temmuz 2014 Cuma

Bir nolu not, buradan çok uzakta yazılmıştı. Bir gece vaktiydi ve ev sakinleri derin bir uykuya dalmıştı. Yinede televizyonn sesi oldukça açıktı ve evdeki neredeyse çoğu lamba hala yanıyordu. İki nolu notsa tamda bu evin henüz tamamlanmamış çatı katında yazılmıştı. Küçük bir pencereden ay ışığı odann çıplak bir ampulle aydınlanan geniş yüzeyine vururken, ve ayaklarımı tamda bu gümüş ışığın değdiği ince çizgiye uzatmışken. Öyle yorgundum ki yerimden kımıldayamıyordum, sadece ayışığının saatler ilerledikçe yer değiştirişine bakıyordum. İri kıyım bir arı türü durmaksızın ampulün etrafında dolanıp duruyordu. Etrafımda biri olsa korkardım. Kimse olmayınca hissizleşmiştim. Arının saatlerdir açık olan ampule her çarpışnda biraz yandığını, bu yüzden bir süre sonra etkisiz bir halde yere düşeceğini umut ediyordum. Düşmüyordu her nasılsa. Gün hep koşturarak geçiyordu, hep yapılacak pek anlamsız bir yığın iş oluyordu ve tüm bunların sonunda elimde hiç birşey kalmıyordu. Günlerdir ne kitap okudum, ne dinlendim, ne denize girdim, ne de müzik. Zaman geçiyordu sadece. Koşturmaca içinde bir durgunluk hali. Kaybetmek. Ya da kaybolmak.

2 Temmuz 2014 Çarşamba

istinyeden sahil yolunda ilerlerken saat gecenin 1i olmasından mütevellit boş yollarda, solumuzda simsiyah akan boğaz, ve bazen köprünün ışıklarıyla yakomozlanırken, radyoda ki müziği pek beğenen kadim dostum, dur dedi, sağa çek, çok romantik, dans etmek istiyorum. Bende ağlamak istiyorum dedim. Güldük. Şarkılardan fal tutmaya karar verdik, benim payıma "başka türlü birşey bu benim istediğim" çıktı. Hakkatten ağlayasım geldi. Tuttum kendimi. Evine bıraktım. İlerde polis amca vardı, yolu kapatmışlardı, durdum. Bana baktı görevli. "devam edebilirsiniz hanımefendi" dedi. teşekkür ettim. Yorgundum. Uyumak istiyordum.

1 Temmuz 2014 Salı

Kal deseydin kalırdım telve. Uzun yolları bırakırdım. Şehri bırakırdım. Gözlerimi kapatıp bir kere daha düşlerdim sadece. Varolduğunu, yok olduğunu, burada nefes aldığını. Kal deseydin kalırdım telve. Beklerdim.

Pavane op. 50 Gabriel Fauré

27 Haziran 2014 Cuma

O mistik gecenin sabahinda sehrin uzak bir yerinden eve donerken benim payima dusen "bekle" sozcugunu dusunuyordum. cevreyolunun hizli akan trafiginde beni uykusuz gecirdigim gecenin agirligindan kurtarip sabahima adrenalin katacak gri bir poloyu gozume kestirmistim, hizlandikca geciyor, sonra gelene kadar yavasliyor, iyice yaklasinca araci sag seride cekip yol veriyor, sonra polo biraz daha ilerler ilerlemez pesi sira hizlanip bir sekilde solluyordum. beklemeyi dusunuyordum. ama neyi. bir haberi. bir insani. bir sehri beklemek. ertesi gun arkadasim,aradiginde ne yapiyorsun dedi. ne yapayim, koyun gibi bekliyorum dedim. bugun cuma namazini muteakiben gelecek alti yilinizda yasayacaginiz sehir belli olacak. birde calis mi diyorsun bana. hadi canim. bekleyeyim daha iyi. ya da tum mistikligine ragmen aslinda bu mesaj,daha cok beklede gor ebenin orekesininin kisaltilmis halimiydi. Yinede bekleyelim madem.

24 Haziran 2014 Salı

  Sağlam bir başağrısı ile bütün gün evde kıvrandıktan sonra, sonunda akşamın bir vakti pes edip, ağrı kesici aldım. Sakince ve yavaşça geçme temayülüne girdiğinde gözlerimi açıp yatıp kaldığım kanepeden doğruldum. Bazen ağrı ne kadar halsiz bırakıyor insanı. Tüm günü evde geçirmekle birlikte o muhteşem "bugün hiç birşey yapmadan evde kalabildim" duygusu da yoktu içimde. Yeni uyanmış gibi hissediyordum kendimi, sanki ağır bir yükü taşımış saatler sonunda yerine ulaştırmıştım. Hayal meyal kadınla yaptığım konuşmayı hatırlıyordum. Ağlıyordu. Babanın ölümü her yaşta acıdır. İnsan bir kez daha kendini yapayalnız hisseder. Ben öyle mi hissetmiştim? Hayır. Ben bunun bir kabus olduğunu hissetmiştim. Dönüp geleceğini. Bir gün merdivenlerden arkamdan çıktığını, mavi kısa kollu gömleğini gördüğüme yemin etmiştim anneme. Gerçekten arkamdan geliyordu anne. O zaman anneme ne kadar acı verdiğimi bilemeyecek kadar küçüktüm. Sabaha karşı uyandığım yatağımda yatak odasının aralık kapısından görünen kırmızı sabahlıklı kadının gerçek olmadığını, rüya olduğunu, gözlerimi kapatıp tekrar uyursam herşeyin eskiye dönebileceğini yeniden huzurlu sakin bir uykunun eşiğinde okul vakti diye seslenen annemin sesiyle uyanabileceğimi umut edip kımıldamadan yatmıştım. Ablam odaya girip bir iki kere kalk demişti. Kalkmamıştım. Elindeki dilaltı hapını artık çok geç olduğu halde babamın ağzına yerleştirmeye çalışan kırmızı sabahlıklı kadının neden orda olduğunu bilemiyordum, ama bunun kötü çok kötü bir şey olduğuna emindim. Öyleyse uyanmalıydım.

5 Haziran 2014 Perşembe

  Bu çakmağın içindekinin çakmak gazı olmadığına eminim. Öyle bir gaz varmı bilmiyorum zaten. Sıradan, masum, işlevsel minik çakmaklarda bulunan gazı kastediyorum. Ama şuan elimde tuttuğumdaki farklı birşey. Önce minik bir alevle yanıyor, sonra alev hop diye yükselip, birden tekrar eski haline dönüyor. sonra eğer gazı veren küçük yere basmaya devam edersem, bu sefer daha fazla yükseliyor, sonra hafifliyor, sonra tekrar. her hoplayış, pik nokta gittikçe yükseliyor. Minik çakmak, kendinden beklenmeyecek yükseklikte alev çıkartıp duruyor zamansız. Ummadık çakmak ev yakarmış. Gereksiz ayrıntılar bunlar dostum. Nerede kalmıştık. Misafirdim zaten bu şehirde artık. Yok, öyle değilde bir misafir sirkülasyonu sorma gitsin. Başım döndü sonunda. Daha da gelecekler ve kalacaklar var. Sanki vedalaşmam gerekmiyormuş gibi şehirle, birden herkes burada olduğumu hatırladı. (mı?)

22 Mayıs 2014 Perşembe

       4.cü dereceden devlet memuresi Semiha'nın artık tayin olacağı gerçeği tüm tanıdıkları tarafından bilinir hale geldiğinde, bir çok "senin için en iyi olan.." diye başlayan cümlelere şahit oldu. Ama en dramatiği ablası tarafından edildi, "o şehri yazarsan hiç bir akraban oraya gitmeyecek, yani hiç akraban olmayacak anlıyormusun" dedi. Hızını alamayıp ileri gittiğinin farkında olsa da artık geri dönemeyeceği sert bir cümle etmişti. Neyse ki Semiha, sert bir insan değildi (mi?). Pek ciddi işyeri ortamına aldırış etmeden gülerek "yeni akrabalar edinirim o zaman" dedi. 
    Ailesinin isyankar çocuğu kalmanın bedelini zaten ödüyordu. Değişen birşey olmayacaktı. Uzun yıllar önce bir akşam ablasıyla otobüs beklerken, zayıf bir sokak lambası altında Semiha bu sefer de "bir şehirde yapayalnız olmak ne demek biliyormusun sen" diye başlayan bir konuşma dinlemişti, o zaman İstanbul'a gelmek üzereydi. Çok etkileyici bir konuşmaydı. Yinede hep gelmek istediği gibi İstanbul'a geldi. 40 yıllık pek de uzun olmayan yaşamında iki kez dinlemişti ablasını. İlkinde daha çok küçüktü, ve üniversitede hangi bölümü yazacağını bilmiyor, şaşkın heyecanlı, telkine açık geçkin ergen halleriyle ablasının tavsiyelerine uyarak hayatının hatasını yapıyordu. Girdiği bölümden nefret etti, 5 yıllık okulu 8 yılda bitirebildi. İkinci tavsiyesi evlilikle ilgiliydi, bu sefer bir kafede oturmuş pasta eşliğinde ablasına nişanlanmakta olduğu adama aslında bir şey hissetmediğini anlatıyordu. Ablası etkileyici bir konuşma daha yaptı. Semiha alt metinde daha iyisini mi bulacaksın cümlesi geçen nutuğun hayatın mantıklı yönü olduğuna "inandı". İkinci kez hata yaparak devam etti, ve evliliği 2 yıl sürdü. 
      Semiha, ablasını dinlememesi gerektiğini biliyordu. Bazen sevdiklerimize, sandığımızdan daha fazla zarar veririz, onları koruduğumuzu, yada onların yerine daha fazla düşünebildiğimizi sanarak. 

21 Mayıs 2014 Çarşamba

İnsan susar. Sessizliğinde boğulur. Kalır. Acır. Gider.
Gitmenin eşiğinde, kalmanın hayalinde.

Sis dağılmıyor.

4 Mayıs 2014 Pazar

Pek single ebeveynlik halleri

Oynayacakları küçük tiyatro oyunun arefesinde, son provada, sahnenin bir kenarında ağlayan arkadaşını gören kızım, yanına gitmiş ve neden ağladığını sormuş. Arkadaşı, kraliçe kostümünün altına giyecek güzel bir kraliçe ayakkabasının olmadığını ve hiç bir kraliçenin spor ayakkabı giyemeyeceğini söylemiş. Kızım gülümsemiş, ve üzüldüğün şeye bak demiş. Ve hemen kendisini anlatmış, biliyormusun, benim yarın ki oyunuma, babam bile gelmiyor, ne bir arkadaşım, bir tek annem olacak, üstelik de 4 yıldır hep erkek rolü oynuyorum, hep erkek kıyafetleri giyiyorum. Arkadaşı gülümsemiş bu sefer, evet ama kuryelerde kadın olabilir üstelik bu kıyafetleri kadınlar da giyiyor, neden erkek kıyafeti diye düşünüyorsun? hem kimsenin gelmemesi daha iyi değil mi, oyununu hiç heyecanlanmadan yanlış yapacağım diye korkmadan rahatça oynayabilirsin.
Kızım bunları anlatırken, annesi gözlerinin nemlendiğini anlamasın diye dikiz aynasından arabanın arka koltuğuna bakmaktan kaçınarak gülümsüyor. Sakince sürüyor arabayı eve doğru, içinden İlahi Adaletin bir gün babanın oynayacağı tiyatro oyununda kızının seyirci olmadığı günleri de göstermesi için dua ederek.
  Mayıs. Yağmur yağıyor. Bir süredir böyle, şiddetli, ama yinede sakin yağıyor, pencereden durup dışarıyı izleyebilelim diye. Dahası, daha fazlası olmasın diye. Yağmur yağıyor, kadim dostum, camın kenarına yerleştirdiği rahat koltuklarında çayını yudumlarken bu şehire gelmenin, yada bu şehirden gitmenin kavurucu yalnızlığı üzerine konuşuyoruz. Sokak, yıllar önce oturduğum sokak, tanıdık, kalabalık. Bipolar bozukluğu var bu sokağın diyorum. Gözleriyle taa aşağılardan hızla yürüyen insanlara bakıyor. Bazen çok neşeli, bazen kaygıdan yaprak kımıldamıyor. Güzel gözleri hüzünlü, çatılara doğru kayıyor bakışları. Bitişik nizam apartmanlardan birinin çatısındaki terasa konmuş sallanan koltuklara takılıyor. Kim yaşıyor ki buralarda. Belki onlarda senin dairene bakıp aynı şeyi söylüyorlardır. Hayatının kısa bir durağında sadece bir kaç ay kalacak etrafı kalabalık, kendisi çok yalnız bir kadın olduğunu da kimse bilmiyordur. Ya da belki herkes böyledir, ve karşı pencerelere baktıklarında kendilerine benzer insanlar yaşadıklarının farkındadır..

29 Nisan 2014 Salı

Bizim Büyük Çaresizliğimiz'de, Çetin'le Ender, mutfakta fasulye pişirirlerken, dışarda top oynayan çocukların sesleri duyulur. Herkesin büyük küçük çaresizlikleri kendine Ender. Biz fasulyeye su koyup pişirelim varsın, öyle olsun, yinede tadı güzel olsun, ve masanın üzerine gazete kağıdı sererek yiyelim sakin akşam yemeğimizi. Aşk, biberli fasulye tadında, bizi hem acıtsın, hem iştahlandırsın. Kendi acımızda, küçük dünyamızda ve şefkatli gülümseyişinde kavrulup gidelim, varsın böyle olsun.

02 - A Lannister Always Pays His Debts (+oynatma listesi)

16 Nisan 2014 Çarşamba

Sado mazo Tom'un, çiftlikteki anılarından sonra, yanımızdaki pek homofobik arkadaşımızın içinden "üleyn semia, beni de bu filme getirdin ya" iç seslerine aldırmadan, birde oturup, filmi tartışmaya başladık. Tom'un bizde yarattığı acıları hafifletmek için kendimize waffle söyledik ve ben waffle'ın aslında şöle tost gibi bişi olduğunu,  iddia ederek, yine nereden uydurduğumu kendimin bile bilmediği bir biçimde kalan iki kişinin hayretli dinleyişi eşliğinde konuştum da konuştum. Sonra oturduğumuz bu kafenin anıları üzerine konuştuk birazda. Burada boğazın devasa bir nehir gibi akışını izlerken, şimdi yanımda oturan arkadaşımın beni arayıp "urfaya tayin olmuşsun" berbat şakasını yapalı 7 yıl olmuş. O tayinin hemen öncesinde, meslekten atılmak yada yükselmek gibi iki sevimli seçenek sunan mecburi sınavın sonuçlarınıda ayrı yerlerde öğrenip, sonuçlarda adıma rastlayamayınca elendim sanan, ve kazandığımı öğrenip sevinçle odaya girdiğimde ölüm sessizliği ve donukluğuyla beni karşılayan  arkadaşım. Ve filmden önce girdiğimiz bir kafede simitlerimizi hızlıca yerken birden durup "beni eleştirsene." diyen arkadaşım.
Onu eleştirmemi istiyordu, çünkü kendisine talip olan ve "her genç kızın" hayali adamdan hoşlanmamıştı. Oysa akıl, mantık, izan, bildiği, ona öğretilen ne varsa hoşlanması gerektiğini telkin ediyordu. Ve hoşlanmadığı için kendinde eksiklik arıyordu. Ona, bir zamanlar ablamın bana yaptığı konuşmanın bir benzerini yapmamı istiyordu. Bak semiaa, O düzgün bir adam, şimdi böyle hissediyor olabilirsin, ama yaşın otuza gelince bunun yarısını bile hissetmediğin bir adamla evlenirsin.
"Seni objektif olarak eleştiremem" dedim. "Ayrıca bu evlilik ve seçme hususunda pek başarılı olamadığımda ortada. Ama en azından şu aşikar ki, birinden ya hoşlanmışsındır ilk anda. Yada hazzetmemişsindir. Bu değişmez pek. Önemli olan ne beklediğin?"
Sustuk.

4 Nisan 2014 Cuma

Kedidir, kedi. 



19 Mart 2014 Çarşamba

  Sevgili telve,
Yazmak uzundur beni huzursuz eden bir eyleme dönüştü. Yazılması gerekenler, okunması gerekenler, bir gereklilikler ve yetişitirememekler arasında çırpınıp duruyorum. Zaman başdöndürücü bir hızla gelip geçerken hemde. Dün, tanıştığımız günden beri kendini  küçük erkek kardeşim olduğu zannına kaptıran arkadaşım, yıllar önce yoldan geçerken arkasından baktığımız ve böyle bir arabanın sürücüsü olabilir miyiz ki diye kendi kendimize mırıldandığımız  bir araba ile geldi. "İki hayalim vardı" dedi. "Biri bu arabaya binmek. İkincisi bir kavanoz dolusu jelibom şekerim olması ve her istediğimde kavanoza elimi daldırabilmek. İkisini de gerçekleştirdim."  Hayal ettiği hiçbirşeyi gerçekleştiremeyen biri olarak şaşkınlıkla dinledim. Sonra neyin hayalini kurduğumu düşündüm. Vnf'nin bir cümlesini, "ataletin tanımına dönüşmek". Elimde kalan? dakikaları gözleyerek koşturmak.

4 Mart 2014 Salı

"Öfkeden delirmek üzereyim ikile" sevgi sözcükleriyle kızıma çemkirmişken, kızım son iki saati hiç kımıldamadan sandalyemde aynı pozisyonda geçirmiş olmamdan bahisle geldi ve şöyle dedi. "Bana gergin olduğumda odama girip beş dakika düşünmemi söylüyorsun. Ve hiç işe yaramıyor. Hala gergin oluyorum. Bence sende ne kadar düşünürsen gerginliğin geçmeyecek. Konuşmaya ne dersin."
 O kadar haklıydı ki. Sadece 11 yaşında ettiği bu kocaman doğru lafa karşılık ben, huysuz anne, gülümsedim, ve kem küm ettim. "Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime/Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime" Gel gör ki bunları anlatamayacağım kadar küçüksün sevdiceğim.

2 Mart 2014 Pazar

  İşte yine gereksiz telaşelerle dolu bir pazar daha. Fırsatını bulduğum yirmi dakika, birşeyler yazmak, kahve içmek, durmak, ve yağmurun ne zaman yağacağını düşünmek için. Muhabbet kuşu, başını 180 derece çevirip kanatları arasına gömüyor ve şarkısını söylüyor. Sandalyenin üstünden. Gözlerimi camın dışındaki tepeye çeviriyorum, gri binalar, devasa bir vinç, büyük beton blokları yerleştirmek üzere uzun bir süredir kurulu. Geceleri üç büyük ışıkla inşaatı aydınlatıyor. İnşaat yükseliyor, sürekli daha yükseğe. Bitmeyen inşaat. Hepimizi eksik bırakan yağmur. Bir gün başka bir şehre taşınırsam, pazar günü hiçbirşey yapmama günü ilan edeceğim.
  Sonra arkadaşım şöyle bir cümle kurdu, "senin için iyi olan.." Durdum, ve ben seni ararım yine deyip kapattım telefonu. Son günlerde sıkça duyduğum cümle başlangıcı. Herkesin benim için iyi olanın ne olduğuna dair fikri var, bir benim  yok. İçinde olduğum bu karar sürecinde, yanımda yöremde kim varsa bana gitmemin iyi olacağını, kalmanın ödeyeceğim  bedele değmeyeceğini, hayır aslında bedele değmemek değil, başaramayacağımı ima etmelerinden yoruldum. Benim için iyi olan. Bazen kestirilmesi ne kadar zor olan.

19 Şubat 2014 Çarşamba

Yağmurdur, kardır bi birşey yağsın diye beklerken bulutlar toplaştı, toplaştı sis olup şehre çöküverdi. Damlacıklar havada asılı kaldı. Nemi koklayalım, ama kuraklığa kalalım diye. Hak etmedik mi? Ettik sanırım.

18 Şubat 2014 Salı

  Kadın zincirinden boşanmış konuşuyor. Hiç durmadan. İkinci saatin sonunda biraz duraklıyor. Bakıyor ve bu bir nefeslik arada "sen ne zaman boşanmıştın?" diyor. Kendimi  acele bir cevap vermek durumunda hissediyorum, ki yeniden devam edebilsin. "yedi yıl" diyorum kestirmeden. Durmadan devam ediyor. Konuları nasıl birbirine bağlıyor? Ne kadar çok konuşursa o kadar az zarar görecek sanki bu iletişimden. Çalıştığı fabrikayı anlatıyor, bütün birimleri tek tek, ayrıntıyla, sonra işi bırakmasını, hamileliklerini ve en sonunda eşiyle nasıl tanışıp evlendiğini. Üç saatin sonunda popom koltuğa yapışmış, ortadaki sigara paketinden ha gayret içmekten ciğerlerim dolmuş durumdayken birden ayağa kalkıyor, "bende artık kalkayım" diyor. Bense bu çok ilgisiz konuları birbirine nasıl bağladığını hatırlamaya ve anlamaya çalışıyorum. Kim korkmadan bu kadar çok konuşabilir? Hep kendinden bahsedebilir? Bir yarışta gibi. Yarışı kazanmanın rahatlık hissiyle kapıya ilerliyor. Sevimli ve sakin bir evsahibesi  gülümseyişiyle misafirimi uğurluyorum. Biraz yorgun ve şaşkın bir haldeyim aslında. Bu bir iletişim değildi. Monologdu. Anlattı ve dinledim. Modern zaman ilişkileri böyle mi ki ola acep. Ya da ben mi bu kadar asosyalleştim de unuttum gitti. Ve bu toplamda üç saatte kadının hiç durmadan soluklanmadan konuşması ne tür bir kaygıdandır ki. Kimbilir. Akıl ermez zamane iletişimlerine.

4 Şubat 2014 Salı

   Yorgun muyum? Tam tersine fazla dinlenmiş olabilirim. Hiç birşey düşünmeden, hissetmeden, şubatın soğuk günlerini tüketiyorum sadece. En derin konuşma, annemle "hava bugün daha soğuk" ile "güneş vurduğu yeri ısıtıyor aslında" cümleleri arasına gidip geliyor. Sabahları genelde dağın arkasından sıcak, insanın içini ısıtan güneş arka balkondan eve vuruyor, sonra bulutlar güneş yükseldikçe onu yakalamaya çalışıp toplaşıyorlar ve en son ikindi vakti, göğü tamamen kapatmış oluyorlar. O zaman keskin bir soğuk tüm evi kaplıyor ve kızımla beraber pencerelerden biri açık mı kalmış kovalamacasına başlıyoruz. Terastan aşağı doğru. Doğru yanıt, hiçbiri. Dönüş yaklaştıkça sabah ormanın içinde uyandığım yanılsamasını yaratan bu pencereyi özleyeceğimi düşünüp dağa doğru ilerleyen yola ve etrafında sıralanan ağaçlara bakıyorum. Buralarda çocukluğum geçtiği için mi hissettiğim bağ? Belki. Ya da sadece Toprağa duyulan özlem.

31 Ocak 2014 Cuma

Birşey hatırlamıyorum diye düşündü kadın. Bir zamanlar buradaydı, bu ırmağın kenarında, tam da denize döküldüğü noktada, taşların üstünde ağır, hüzünlü bir konuşma. Yinede hatırlamıyorum. Belki denizin, dalgalı olduğunu ve soğuk bir sonbahar günü olduğunu. Dalgaların sahildeki iri taşlara vuruşu kendini. Kadın oturuyordu. Adamda galiba. Denizin kurşuni rengine bakıp içi üşüyordu, ve korkuyordu gelecekten. En çok bunu hatırlıyordu o ana dair. Belirsizliğin korkusu. Kendini savrulmuş hissediyordu. O an ki halini ve ilerleyen günleri düşününce gülümsedi kendi kendine. Keşke geleceğe dair bir ipucu olsaydı da o kadar mutsuz hissetmeseydi kendini. Kendi yoksunluğuna acıdı. Yinede hatırlamıyordu. Ne adamın kim olduğunu, nede konuşmalarını. Sadece sıradan bir ayrılık sahnesi gibi geliyordu, oysa hayatının devamına bakınca başka birşeyler olması gerektiği fikrine kapılıyordu. Bir daha çok uzun yıllar bu kente dönmemişti. Ve Bu ırmağın küçük kollarından birinin geçtiği vadideki eve de.

28 Ocak 2014 Salı

Kış. Günlük rutinlerine ara verip, kendini annenin ılık, pencerelerinden deniz taşan evine bırakmak. İş kaygısı, Yetişme kaygısı, bir yerler geç kalma kaygısı. Bütün bu sakinliğe birde grip eklenirse, alt kattaki yumuşak kanepeye uzanıp günboyu, hafif ateş ve arada ıhlamurlar eşliğinde kendini bırakmak, daha güzel bir ara olabilir mi. Kuzumun zamane ergenlerinin dinlediği müzikler eşliğinde attığı çığlıkları bir yana koyarsak derin bir sessizlik hali, kuşatan, şefkatli sessizlik. Yanımda dizdiğim kitaplarla sarıldığım battaniye. (Elektrikli battaniye sevgili etkisi yapar, elektirikli olmayan?) Herşeyi usulca ertelemek.

12 Ocak 2014 Pazar

Sevgili telve,
Hayat bir bumerang misali insanı ileri doğru savurup sonra da sert bir u dönüşüyle gerisin geriye çarpacağın ilk çıkış noktana döndürüverirken, vertigodan mı, gripten mi bilinmez, kanepeme çakıldım kaldım. Ne diyorsun diyor yaşlı bir teyze. Ne diyeyim? Ne diyorsun yani? Ne bileyim. Ben ne dediğimi biliyormuyum. Bırak konuşayım. Sen hem duyma, hem anlama hemde ben konuşmuş olayım. Olmaz mı ki.

9 Ocak 2014 Perşembe

Olayın bokunu çıkardım desem yeridir. Yıktım psikolojiyi eyledim viran, kaptırdım kendimi tayinle gidiyorum aman. Önce sakin bir şekilde buralardan gideceğimizi  anlatmaya kalktım kıza. Kaygıya dönüşmesin, aman sarsılmasın etmesin derken onca tasarlanmış cümlelerin ardından kendimi youtube eşliğinde "burdan gidek ürgüpe göçek" şarkısını söylerken parmaklarımı şıkırdatırken buluyorum. Kızım sakince yüzüme bakıyor, ve bu keyifli halime hayra yorduğundan olsa gerek sessizce ve pek içten "galiba değişiklik iyi gelecek" diyor.