28 Şubat 2012 Salı

Aslında fena halde saçma sapan şeyler yazmak ihtiyacındaydım. Kendime bir adet Füruzan kitabı almıştım, ilk baskısı 1972, doğumumdan bir yıl önce. Bu bende acaip bir yazma isteği doğurmuştu, oysa o kadar yorgundum ki. 15 dakika mesafedeki işyerine bir buçuk saatte ve pek çılgın manevralarla ancak ulaşabilmiştim. Dönüş daha uzun ve yıpratıcıydı, yağmur vardı, kafam iş yerinde hazırladığım rapordaydı ve beynim erimiş, klavyenin üzerinde minik pıhtıcıklar halinde yayılmış gibi geliyordu. Sevdiğim adamı özlemiştim ve o çok uzaklardaydı. Sabahın erken saatlerinde sevgili güzide komşum "cep telefonunla ablamı arayabilirmiyim?" demek yerine 2 saat bu sonuca gidecek bir girizgah yapmıştı ki artık karşısında felç olduğum bir anda güçlükle telefonumu uzatıp arasana demiştim. Üstelik Şubat soğuğu dehşet bir rüzgarla açık pencereden odaya doluyordu. Yorgunluğumla yazma isteğim çatışıp duruyor beni daha da güçsüzleştiriyordu. En iyisi ertelemekti. Oturdum.Efendice okumaya başladım.

24 Şubat 2012 Cuma

Hayal Kutusu 1

   Küçücük karton kutular önümde dizilmişlerdi. Hayal kutuları. Herkes bir hayalini fısıldamıştı her bir kutucuğa. Kutucuklar görünürde bomboş, aslında kırıklıklarla doluydu.  Adam teker teker önüme bırakıyordu yazmam için. Masanın bir ucunda önce dışına bakıyor, ağır ağır açıyordum. Ne görüyorsam önümdeki kağıda yazıyordum. Birkaç saat yazdıktan sonra kağıtları uzattım. "Bu da ne?" dedi adam yüzü asık. "kağıtlar boş?" 
"hepsini yazdım" dedim. Gördüğüm tüm duyguları. Ne hissettiysem, ne algıladıysam."
"hayır bunların hepsi boş" dedi adam.

 Böylece kısır döngü yeniden başladı. Masaya oturdum, ve kutucukları tek tek ve ağır ağır tekrar açmaya, uzun uzun bakıp yeniden yazmaya koyuldum. Kutunun dışında hiçbirşey algılamamam için herşey beyazdı. Oda, masa ve kapı. Kapının açıldığı dar uzun penceresiz koridor da. Kağıtları her elime alıp kapıyı açışımda adamı koridorun ucundaki koltukta, başını elleri arasına almış, gözlerini kapatmış, buluyordum, kapı sesiyle irkilir gibi oluyor, şiş göz kapaklarını kırpıştırıyor ve yüzüme bakıyordu. Nedense kağıtlara değil. Dördüncü kez kağıtları uzattığımda "artık yazamayacağım" dedim.
"acıktığını, susadığını yada uykun geldiğini söyleyemezsin. Burda böyle hisler yoktur" dedi aynı asık yüzle.
"biliyorum. Ama yinede yazamayacağım" dedim.
"Yazmayı isteyen sendin. Şimdi bu da neyin nesi?"
"Bilmiyorum. Devam etmeyeceğim. Uyanmak istiyorum artık."
"Bunun rüya olduğunu da nerden çıkardın?"
"Değil mi?" dedim. Kağıtlarımı alıp odaya geri döndüm .

22 Şubat 2012 Çarşamba

Episode VI : "Eski" Dost

          8 yıl kadar önce bu sokakta beraber otururduk. Hayatın ilk yerleşme halleri. Şimdi benim arabamda yanımda oturmuş, hafif bir sesle ortak tanıdıklardan bahsediyor, işe dönüş sürecinden, şimdilerde 9 aylık olan bebeğin doğumundan. "tanıdın mı burayı"  diyor gülümseyerek, "az" diyorum. Çok zaman geçmiş, aslında pek çok şey aynı kalmış, ama hiçbirşey tanıdık gelmiyor. Sanki hafızamın bu bölümünü silmiş gibiyim, karanlık, kalabalık tuhaf bir dönemi hayatın. Bir köşeyi dönerken o köşede koşarak taksi aradığım gecenin geç bir saatini hatırlıyorum. Kızımın havale geçirdiği gece. "Bir sigara versene" diyor. Oysa onun yanında olduğum için  yakmamıştım.
"emzirmiyormusun?"

 "emziriyorum. öf, semiha, aylardır içmiyorum, bir tane ver işte." birer sigara yakıyoruz. Beni sigara ile tanımlıyor tüm arkadaşlarım gibi. Özdeşleşmiş bir resim bu herkesin kafasında. umutsuzlukla derin bir nefes çekiyorum. Neredeyse varmak üzereyiz, eskiden de oturduğu evin tam arka sokağına taşınmış. Ne kadar uzun zaman geçmiş. O zamanlar benim kızımın olduğu yaşlarda bebeği. Sevimli uykulu gözlerle anneannesinin kucağından içeriye girişimizi izliyor. Annesinin kucağını garanti eder etmez yüzüme bakıyor.

   Annesiyle tanışmamız çok öncelere dayanıyor, daha işsiz birer üniversite mezunuyken o iş sınavından bu iş sınavına sürüklendiğim günlerden birinde, yine bir yazılı sınav öncesinde sınav salonunun dışında ki avluda 2 gün sürecek yıldırıcı bir maratonun başlangıcında görmüştüm onu ilk. Az sayıda ki sandalyelerden birine oturmuş, bir diğerine çantasını bırakmıştı. Bir çok kişi de ayaktaydı. Yürüdüm, etrafımda oturacak bir yer olmadığını gördüm, o sırada biri yer verdi, az sayıda bayandan biri olmanın avantajı. Oturdum, ama karşımda ki kadına sinirli bir bakış attım, kadın çantasını kucağına aldı anlamış gibi. Sonra yaptığımdan utandım ve bir süre sonra da unuttum. Sınavın ilk oturumu bitip de öğle yemeği için bizi bıraktıklarında yürüdüm, binanın dışına çıkıp istanbulun güzel bir bahar öğlesinde umutsuzluk ve yorgunlukla yemek yiyecek bir yer bulmaya çalıştım. İlk gördüğüm yere gidip oturdum. Kadın önümden geçerken durdu, gülümsedi, yanıma geldi, "merhaba" deyip oturdu.

 O sınavı ikimizde kazanamadık. Ama uzun sürecek bir arkadaşlığın başlangıcıydı bu. Şimdi bebeği ile yerde oyuncaklarla oynarken ne çok şey yaşadığımızı düşünüyorum. Doğu görevinin ilk zamanlarında her birimiz ayrı bir şehre savrulmuşken uzun uzun telefonda konuşurduk. Teselli mi ederdik birbirimizi? hayır. Teselli edebileceğimiz bir şey yoktu. "Allahım bizi yalnızlıkla sınama" demişti bir keresinde. O günlere dair söylenebilecek en özet cümleydi bu.

Zaman geçer. Hayatın en temel gerçeği.

  

15 Şubat 2012 Çarşamba

Episode VII : Ayın ondördü versus ayın onbeşi

 Ayın ondördü gibi güzel denirdi, sonra birde işte Şubat'ın ondördü vardı romantik. Ama elde kalan nedir? Ayın onbeşi. Ödemeler ve hayatın acı gerçekleri günü. Bir aylık çalışmanın karşılığı, geçimini temin etme ve bankaya yatan rakamların yine birer rakam olarak bankadan uçup gidişini izlemek. Sanallığın başka bir boyutu. Hayat ne kadar reel?
İki ayrılık şarkısı, iki farklı yaklaşım : )

14 Şubat 2012 Salı

1 Şubat 2012 Çarşamba