14 Kasım 2010 Pazar

Gece çok soğuk olduğu için pijamanın üstüne giydiğim iki kat hırka ve polar battaniye işe yaramıyor. bu yüzden zaten pek de gerekli bulmadığım battaniyeyi mavi koltukta bırakarak balkona çıkıyorum. Gecenin üçüncü sigarasını yakarken karşıda karadenizin hemen üzerinde yükselen sapsarı yarımayı izliyorum. Denizini üstü aynı renkte yakamoz. Dumanını ileriye doğru üflerken seneye bu vakitlerde hangi şehirde olacağımı düşünüyorum. Burası? Geldiğim yer? Yada bir üçüncü ama umulmadık beklenmedik şehir. Şehir mi ilçe mi yada köy mü? Yorgunluktan aslında biliyorum. Anneme erken yatacağıma dair söz verdim. Oysa yatmak her daim uyumak anlamına gelmiyor. Bu gerçeği annemin hiç bilmediğini sanmak ancak bir çocuğun yapabileceği bir aptallık. (Çocuğunun?).
Bir anda etrafımdaki herkese ama herkese bağırırken buluyorum kendimi. Bu sinirli halim birden ani bir gevşeme ile kahkahaya bırakıyor kendini, gün ortası, pazar yeri, hem uyuzlanmış, sinirden kısa saçlarım diken diken kabarmış halde, hem gülmemek için dudaklarımı büküyorum parmaklarımla kapatarak. E tabii ki kadın dediğin uluorta gülmez. Hele yani tabir boşanmış ve geçkince olanı hiç. Ayıp bu yaptığım düpedüz biliyorum. Elimde değil. Yada tam tersi elimde mi?
İlçeye akşam çok erken geliyor , hepimiz eh ne kadar geç olmuş sahi diye düşünerek bakıyoruz gökyüzünün akşam kızıllığına. Öğle pas geçmiş ikindi ışık hızında. Geriye akşam üstü kalmış. Uzunca yaşanacak. Bir de gece var tabii ki. Erken yatmalıyım . Söz verdim oysaki.