23 Kasım 2011 Çarşamba

Yeni Bir Başlangıç*

Düşündü. Ne zamandır yapmadığı bir şey, çünkü yaşamı bir koşturmaca ve yerine getirmesi gereken görevlerden ibaretti uzundur, bu da tabii ki düşünmesine fırsat tanımayacak bir yoğunluğu getiriyordu beraberinde. Hem düşünmek zahmetlidir. Yorar.  Uzunca bir süredir yorulmaması gerektiğini düşünüyordu, nasılsa fani değilmiydi dünya,  zahmetsizce ve en az yorucu halle gereksiz süreyi atlatmak gerekirdi.

          Ama o sabah başkaydı.

          Başka mıydı?

          Her sabah olduğu üzere kalkmış, saatin huzursuz alarmını susturmuş, banyoya girip hızlı bir şekilde soyunmuştu. Suyun altına girdi. Basit bir umutsuzluk haliyle sıcak suyun altında  oyalandı. Havlusunu unutmuştu.

Bu rutinin dışına çıktığı ilk andı, ıslak bir halde banyo taşını nasıl ıslattığını izledi önce, sonra umursamadan devam etti ve yatak odasına girdi. Havluyu araması gerekiyordu ama neden unuttuğu sorusu daha çok oyalıyordu zihnini, üşümüyordu bu yüzden ıslaklığı kendisini rahatsız etmiyordu, yatağının üzerine oturdu ve gardrobun büyük aynasından 40 yaşlarında yorgun bir kadının kendini izlemekte olduğunu fark etti.  Kadın çıplak ve ıslak görünüyordu, bedeni yaşlılığın ilk belirtileriyle biraz çökmüştü. Yüzünde garip bir şaşkınlık yansımıştı, Güzel kaşlarının ve görkemli burnunun devamında endişeyle büzülmüş dudakları. Şaşkınlığı arttı. Kalktı, biraz odanın içinde dolaştı.Yorgundu.. Nasıl bulduğunu bilmeden havlusu eline geçmişti, sarındı ve tekrar aynanın karşısına geçti. Aynı kadın bakıyordu yine, kendisi olmayan. Huzursuz bir halde  kalktı, yürümeye devam etti. bunun üzerine düşünmeliydi. Hayır. İşe gitmeliydi.

          Durdu. Neden işe gitmek zorundaydı.

          Yapılacak bir sürü iş vardı, dünden kalanlar, öğleden sonraya yetiştirilmesi gerekenler, görüşmeler, toplantılar, açılacak ya da cevaplanacak telefonlar, sekreteri Lamia’nın içler acısı sızılı yüzünden gergin bir gün planı dinlenecekti daha. Lamia’yı görmek istemiyordu. Tatminsiz bir çocuk gibi durmaksızın birşeyler söylüyordu.

Onun da işi bu muydu? Kendi işi neydi? Ne yapıyordu?

          Telefonu çaldığında aynadaki görüntüye bakıyordu, telefonu eline aldı, arayan kişinin kim olduğuna baktı,cevap vermek istemiyordu, sadece aynadaki görüntüyle  konuşmak istemiyordu.  O  arasa cevaplardı, şimdi sessizliği bozan bu huzursuz kakafonik sesi susturması gerekti, hızlıca gelen çağrıyı reddetti, kırmızı tuşa takıldı gözleri.Ne yaptığını düşündü.  İlk  defa meşgule düşürmüştü. Karşısındakini kaygılandırmış mıydı? Kişiliğine aykırıydı kaygı duymak. Onu tanıdığı kadarıyla umursamayacağına emindi. Omuz silkecek ve nasılsa meşguldür, geri döner diye düşünecekti. Belki de ilişkilerinin zedelenmeye başlamasına yoracak, üzülse bile oluruna bırakmak gerek diyecekti.

Aynadaki kadının  yarım bir gülümseyişle kendine baktığını fark etti, utandı, hızlıca kalktı. Giyinmeye çalıştı, açık gardrop kapısından görünen hiçbirşeyi giymek istemiyordu. Üşüyüp üşümediğini, acıkıp acıkmadığını düşündü. İkisinde de kararsızdı, her ihtimalde havlu içinde kalabilirdi, yürüdü, evin diğer odalarına doğru açılan koridorun başında birkaç adım attı, geri döndü, tekrar ilerledi ve böylece volta atmaya başladı. Gerekmedikçe  yürümeyen biri için durumunu garipsedi. Garipseyerek yürümeye devam etti. Telefonu tekrar çaldığında bu sefer arayanın Lamia olduğuna emin olarak ekrana baktı. Geç kaldığını biliyordu. Son beş yıldır işe geç kalmamıştı. Telefon daha huzursuz çalıyordu, kulaklarını kapatmayı denedi, telefona cevap vermezse Lamia’nın ne yapabileceğini kestirmeye çalıştı, emin olmadığı için bir süre reddetmeye karar veremedi, telefonu aralı mutfak balkonundan aşağı bırakmak için yürüdü, bu halde balkona çıkmaya çekindiği için odasına geri dönüp pencereyi araladı ve telefonu açık aralıktan aşağı bıraktı.

          Bu attığı ilk eşyayla ferahladı. sebep oldu. Sanki ciddi bir ağırlığı omuzlarından atmıştı, nefesi düzelmiş, odanın içi  oksijen dolmuştu. Göz ucuyla aynaya baktı, kadın daha açık bir gülümseme ile belli belirsiz bakıyordu. Yürüdü, düşündü ve daha başka ne atabileceğine karar vermeye çalıştı. Aldığ keyfi ona tekrar yaşatabilecek bir şey. Akşamdan kalan kahve kupası yarı dolu hala masasının üzerinde duruyordu, hızla yaklaştı kupayı eline aldığı gibi pencereye gitmesi bir oldu, . İşte yine o aynı his; hafiflemek, daha kolay nefes alabilmek. Sonra masasının üstünde duran birkaç dosya, masa lambası, ve kalın ajandası. Hepsini attı. Birer birer ve keyfini çıkararak. Bu ağırlıklar dönüşü olmayan biçimde gitmişlerdi  artık, gülümseyerek atabilecek birşeyler bulmaya çalıştı. Yatağının ucunda duran saate gözü ilişti.

          Neredeyse eline geçirdiği herşeyi  atmıştı ki kapının çalındığını duydu. Dışardan sesler geliyordu . Hala havlu ile olduğunun farkına vardı. Sakin bir sesle “bir dakika” dedi sadece. Kapıdaki konuşmalar anlaşılmıyordu, komşuları olmalıydı, öyle ya, fırlattığı eşyaları görmüş, hatta yaralanmış bile olabilirdi, içini bir korku kapladı tanıdık olmayan, apansız kendini ele geçiren bir korku. giyinmeliydi gardrobunun boş olduğunu gördü onları da attığını hatırladı, ne kadar süredir attığının farkında değildi, kapıdaki seslerden birisinin Lamia olduğunu fark etti tanıdı, Lamia’ydı bu, sesi titrek çağırıyordu, ne dediği anlaşılmıyordu, adını seçebiliyordu bir tek, ve devamına özenle iliştirilen “hanım” kelimesiyle beraber, saygı ile korku ya da acıma karışımı bir ses tonu ile, kıyafetini bulabilse kapıyı açacaktı, hiçbirşey kalmamıştı işte. ne yapacağını bilemez halde evin odalarında dolanmaya başladı. Kirli sepeti geldi aklına.  Eline geçen ilk  şeyi üstüne geçiriverdi.Kapı zorlanmaya başlamıştı, endişe tonlu sesler eşliğinde daha fazla dayanamayan kapı gürültüyle açıldı. evin içine tanıdığı ve tanımadığı bir sürü insan doluvermişti, Çığlıklarla üzerine çullandılar. sonra? Derin uzun bir boşluk. Karanlık. Ama dinlendirici.  

 Yabancı bir yatakta gözlerini açtı Etrafına bakındı. Beyaz, ilaç kokulu sakin bir oda. Etajerin üzerinde yarılanmış  bir bardak su duruyordu,  sanki uyanıp bir ara içmişti, uzun rüyasız bir uykudan uyanmıştı da herşeyi unutmuştu. Hayal meyal Lamia’nın, İsmet’in hayret dolu yüzlerini hatırlıyordu, yabancı yüzlerin arkasından kendini izleyen. Ağırlıklarından kurtulurken, kesin bir kurtuluş olduğunu hissetmişti, gülümseyerek bardağından büyük bir yudum su içti. İlaçların etkisiyle göz kapakları kapanıyordu şimdi ağır, rüyasız, derin bir uykuya dalmak üzere kapadı gözlerini.


21 Kasım 2011 Pazartesi

Yeni Bir Başlangıç

               Düşündü. Ne zamandır yapmadığı bir şey, çünkü yaşamı bir koşturmaca ve yerine getirmesi gereken görevlerden ibaretti uzundur, bu da tabii ki düşünmesine fırsat tanımayacak bir yoğunluğu getiriyordu beraberinde. Hem düşünmek zahmetlidir. Yorar.  Uzunca bir süredir yorulmaması gerektiğini düşünüyordu, nasılsa fani değilmiydi dünya, en zahmetsizce ve en az yorucu halle gereksiz süreyi atlatmak gerekirdi.

          Ama o sabah başkaydı.

          Başka mıydı?

          Her sabah olduğu üzere kalkmış, saatin huzursuz alarmını susturmuş, banyoya girip hızlı bir şekilde soyunmuştu. Suyun altına girdi. Basit bir umutsuzluk haliyle sıcak suyun altında biraz oyalandı, sonra çıktı ve havlusunu unutmuş olduğunu fark etti. Bu rutinin dışına çıktığı ilk andı, ıslak bir halde banyo taşını nasıl ıslattığını izledi önce, sonra umursamadan devam etti ve yatak odasına girdi. Havluyu araması gerekiyordu ama neden unuttuğu sorusu daha çok oyalıyordu zihnini, üşümüyordu bu yüzden ıslaklığı kendisini rahatsız etmiyordu, yatağının üzerine oturdu ve gardrobun büyük aynasından 40 yaşlarında yorgun bir kadının kendini izlemekte olduğunu fark etti.  Kadın çıplak ve ıslak görünüyordu, bedeni yaşlılığın ilk belirtileriyle biraz çökmüştü. Yüzünde garip bir şaşkınlık yansımıştı, Güzel kaşlarının ve görkemli burnunun devamında endişeyle büzülmüş dudakları. Şaşkınlığı arttı. Kendisi olması gereken görüntü değildi bu. Ya da kendi görüntüsü sandığı görüntü değildi. Kalktı, biraz odanın içinde dolaştı ve yorgunluğunu hissetti ilk olarak. Nereden bulduğunu bilmeden havlusu eline geçmişti, sarındı ve tekrar aynanın karşısına geçti. Aynı kadın bakıyordu yine, kendisi olmayan. Huzursuz bir halde tekrar kalktı, yürümeye devam etti. İlk defa bunun üzerine düşünmesi gerektiğini hissetti. Bu sırada çoktan hazırlanmış ve makyajına başlamış olması gerekiyordu, çünkü bunun için kalan son on dakikasındaydı, ve eğer makyajını tamamlamazsa solgun berbat bir yüzle işe gitmek zorunda kalacaktı.

          Durdu. Neden işe gitmek zorundaydı.

          Tanrım yapılacak bir sürü iş vardı, dünden kalanlar, öğleden sonraya yetiştirilmesi gerekenler, görüşmeler, toplantılar, açılacak yada cevaplanacak telefonlar, sekreteri Lamia’nın içler acısı sızılı yüzünden gergin bir gün planı dinlenecekti daha. Lamia’yı görmek istemiyordu. Tatminsiz bir çocuk gibi durmaksızın birşeyler söylüyordu Lamia, özel yaşamına kadar planlamalar yapıyordu. Onun da işi bu muydu? Kendi işi neydi? İşlevi? Ne yapıyordu?

          Cep telefonu çaldığında o hala aynadaki görüntüye bakıyordu, telefonu eline aldı, arayan kişinin kim olduğuna baktı, cevaplamak zorunda olup olmadığını sonra da bunu isteyip istemediğini düşündü. İstemediği kesindi. Şu an sadece aynadaki görüntüyle konuşmak istiyordu, o arasa cevaplardı, şimdi sessizliği bozan bu huzursuz kakafonik sesi susturması gerekti, hızlıca gelen çağrıyı reddetti ve kırmızı tuşa takıldı gözleri. Bunu arayan kişiye ilk defa yapıyordu. Arayanın kaygı duyup duymacağını düşündü. Kişiliğine aykırıydı kaygı duymak. Onu tanıdığı kadarıyla bir miktar şaşırsa bile umursamayacağına emindi. Omuz silkecek ve nasılsa meşguldür, geri döner diye düşünecekti. Belki de ilişkilerinin zedelenmeye başlamasına yoracak, bir miktar üzülse bile oluruna bırakmak gerek diyecekti içinden. Aynadaki görüntünün yarım bir gülümseyişle kendine baktığını fark etti, utandı, hızlıca kalktı. Önce giyinmeye çalıştı, ama açık gardrop kapısından görünen hiçbirşeyi giymek istemiyordu. Üşüyüp üşümediğini yada acıkıp acıkmadığını düşündü. İki konuda da kararsızdı, her ihtimalde havlu içinde kalabilirdi, yürüdü, evin diğer odalarına doğru açılan koridorun başında birkaç adım attı, geri döndü, tekrar ilerledi ve böylece volta atmaya başladı. Gerekmedikçe  yürümeyen biri için durumunu garipsedi. Garipseyerek yürümeye devam etti. Telefonu tekrar çaldığında bu sefer arayanın Lamia olduğuna emin olarak ekrana baktı. Geç kalmış olduğunu biliyordu. Son beş yıldır pek geç kalmamıştı işe, telefon daha huzursuz çalıyordu, kulaklarını kapatmayı denedi, telefona cevap vermezse Lamia’nın ne yapabileceğini kestirmeye çalıştı, emin olamadığı için bir süre reddetmeye karar veremedi, yürüdü, telefonunu aralı mutfak balkonundan aşağı bırakmak için ilerledi, sonra bu halde balkona çıkmaya çekindiği için odasına geri dönüp pencereyi araladı ve telefonu açık aralıktan aşağı bıraktı.

          Bu attığı ilk cisim inanılmaz bir ferahlık duygusu hissetmesine sebep oldu. Sanki ciddi bir ağırlığı omuzlarından atmıştı, nefesi düzelmiş, odanın içine oksijen dolmuş gibiydi. Göz ucuyla aynaya baktı, kadın daha açık bir gülümseme ile belli belirsiz kendisine bakıyordu. Durdu, yürüdü, düşündü ve daha başka ne atabileceğine karar vermeye çalıştı. Bu yaşadığı hissi ona tekrar yaşatabilecek bir şey. Akşamdan kalan kahve kupası yarı dolu hala masasının üzerinde duruyordu, hızla yaklaştı kupayı eline aldığı gibi pencereye gitmesi bir oldu, bıraktı, ve işte yine o aynı his, hafiflemek, daha kolay nefes alabilmek. Sonra masasının üstünde duran birkaç dosya, masa lambası, ve kalın ajandası. Hepsini attı. Birer birer ve keyfini çıkararak. Bu ağırlıklar dönüşü olmayan biçimde gidiyorlardı artık, bir daha aynı yoğunluk hissini yaşamayacağına emindi, gittikçe daha çok gülümseyerek atabilecek birşeyler bulmaya çalıştı. Yaklaştı ve yatağının ucunda duran saati gördü, sevindi, saati de hızla attı.

          Neredeyse odadaki bütün küçük cisimleri atmıştı ki kapının durmaksızın çalındığını fark etti. Ne kadardır? Hatırlamıyordu. Hala havlu ile olduğunu hatırladı durdu, ve gayet sakin bir sesle “bir dakika” dedi sadece. Dışardan sesler geliyordu, birden fazla kişi mırıldanıyor yada daha sesli konuşuyorlardı ama ne dedikleri anlaşılmıyordu, komşuları olmalıydı, öyle ya, birileri pencereden fırlatılmış cisimleri görmüş, hatta yaralanmış bile olabilirdi, içini bir korku kapladı birden, tanıdık olmayan, apansız kendini ele geçiren bir korku. Giyinmesi gerekiyordu, ama gardrobunda da hiç kıyafet kalmamıştı, onları da attığını hatırladı, ne kadar süredir attığının farkında değildi, neden sonra kapıdaki seslerden birini tanıdı, Lamia’ydı bu, sesi titrek kendini çağırıyordu, ama ne dediği anlaşılmıyordu, adını seçebiliyordu bir tek, ve devamına özenle iliştirilen “hanım” kelimesiyle beraber, saygı ile korku yada acıma karışımı bir ses tonu ile, kıyafetini bulabilse kapıyı açacaktı aslında, hiçbirşey kalmamıştı işte, ne yapacağını bilemez halde evin odalarında dolanmaya başladı, bi taraflara attığı herhangi bir şey, sonunda kirli sepeti geldi aklına ve sepete elini uzatıp eline geçen ilk şeyi üstüne geçiriverdi. Bu sırada kapı zorlanmaya başlamıştı bile, endişe tonlu sesler eşliğinde daha fazla dayanamayan kapı gürültüyle açıldı. Birden evin içine tanıdığı ve tanımadığı bir sürü insan doluvermişti, üzerinde kirli kıyafetleri, odanın ortasında doluşverdi herkes. Hayret çığlıklarıyla üzerine çullandıklarını hatırlıyordu sonra, sonra? Derin uzun bir boşluk. Karanlık. Ama dinlendirici.

          Çok sonra kendini bir yatakta bularak uyandı. Etrafına bakındı. Bir hastane odasının sakinliğindeydi oda, yabancı, beyaz, ilaç kokulu. Yanıbaşında ki etajerin üzerinde bir bardak su duruyordu, yarılanmış, sanki uyanıp bir ara içmiş gibi hissetti , uzun rüyasız bir uykudan uyanmıştı da herşeyi unutmuştu. Hayal meyal Lamia’nın, İsmet’in hayret dolu yüzlerini hatırlıyordu, yakınında değillerdi, uzaktan yabancı yüzlerin arkasından kendini izleyen. Ağırlıklarından kurtulurken, kesin bir kurtuluş olduğunu hissetmişti, artık dönüşün olmadığına memnun, gülümseyerek bardağından büyük bir yudum su içti. İlaçların etkisiyle yeniden uykusu gelmişti bile, şimdi yine ağır, rüyasız, derin bir uykuya dalmak üzere kapadı gözlerini.










Geç Kalmış Episode III: Dostluk

     "Ne yapacağımızı bilmiyoruz, çok kötüymüş, yardım da alıyormuş aslında, ama hiç gülmüyormuş, sürekli soruyormuş evli insanlara, yeni evlendiklerinde ne yaptıklarını, nasıl atlattıklarını, sürekli, ve herkeze, herkesle paylaşmazsın ki yaşadığın sorunları? ... Bir tek kocasıyla konuşmuyor büyük ihtimalle, kocası herşey yolunda sanıyor, hayır diyemiyor hiçbirşeye, sonra kendi kendini yiyor, O kadar kötü bir halde ki"
    "Neden hayır diyemiyor? Kendini çok yalnız hissediyor..Ailesi nerde? hiçbirşeyin farkında değiller mi?"
   "Bilmiyorum ki, çok umurlarında değil yada hiçbirşeyin farkında değiller. Ama o kadar değişti ki"
     Hatırlıyorum. Kısa süren bir tanışıklığımız olmuştu. Şu karşınıza çıkan neşeli, sizi güldüren, sevimli insanlarından.
    "Hep birlikte bir ziyaretine gitsenize"
   Bazen bir dostunuzun  yalnış yaptığını görürsünüz. Elinizden birşey gelmez. Durup seyretmek dostluğunuza en az halel getirecek alternatif olabilir, aksi takdirde dostunuz sizi acımaz bulabilir, yada kıskanç, ya da kimbilir başka ne bulur savunma mekanizmasının körleştirdiği algısı ile. Telefondaki ses de bu çelişkiyi yaşıyor, dostunu gücendirme ihtimaline karşılık dostunun iyiliği?
     Bütün bu çevremizi saran faydacı ilişki biçimlerimizden, sıyrılıp birileriyle de "dost" olabilmek. Göz göre göre yaptığınız hatalara rağmen "her halükarda arkanda olacağım, bir gün sendelersen orda olacağım" cümlesini duyabilmek.
Uyandı. Güneş hayli yükselmişti gökyüzünde, pencerenin hiçbir zaman tam kapanmayan güneşliğinin aralı bıraktığı kısmından tam da gözlerine doğru vuruyordu sıcak ışığı. Hayli huzursuz bir rüya görmekte olduğunu hatırlardı, çok karanlık bir teknenin lombarından bakmaya çalışıyordu, dışarda fırtınalı bir deniz olduğunu göremiyordu ama biliyordu. İyiye yorulacak bir yanı yoktu hissettiği kaygının. Yinede gözlerini açmamıştı hala. Düşünüyordu. Geç kalmış olmalıydı zaten. Kalkması için nedenini yitirmişti. Böyle kalabilirdi. Açlık daha dayanılabilir olduğundan, susuzluğu kendisini zorlayana kadar kalabilirdi. İlk komşusunun telefonuna attığı kısa mesaj sesi duyulurdu sessizlikte. Kahveye gel. Yada buna benzer birşey. Gelmeyeyim. Seni görmek istemiyorum. Kişisel olarak düşünme, kimseyi görmek istemiyorum. Cevap yazamayacaktı nasılsa, O da her nasılsa kahveye gelemeyecek olduğunu düşünürdü. Cevap beklermiydi acaba. Gelemeyeceğim. Bazen beklerdi. Bazen uzun süren sessizlik yıpratıcı bir hayıra denk gelirdi nasılsa. İş arkadaşları merak ederdi, bir kısmı, kalanları umursamazdı. Öğleye doğru telefon açarlardı, belki de çok gerekli değilse bunu da yapmayabilirlerdi. Akşama kadar idare edilebilirdi rahatlıkla, önemli olan akşamdan sonrasıydı. Akşamdan sonra rutin olarak telefon konuşması yaptığı bir kaç kişi arardı, eğer cevap vermezse kaygı duyabilecek annesi, başka bir şehirde yaşayan arkadaşı, telefonu zorlardı. Telefonu zorlamak. Cansız bir cisimi nasıl zorlayacaksın ki? Yinede gözlerini açmak istemiyordu, eninde sonunda güne başlamak zorunda olsa bile insan, sadece biraz daha ertelenebilir miydi ki? Açmadı gözlerini. Huzursuz, mutsuz, tanıklık etmek yada dahil olmak istemeyerek hayata, biraz daha kaldı.

15 Kasım 2011 Salı

EPİSODE IV : KADIN OLMAK VERSUS YAZAR OLMAK

Bu coğrafyanın ilk kadın romancısı Fatma Aliye Hanım, 19yy sonlarında doğmuş,  babasından gizleyerek kitap okumuş, ve yaptığı ilk çevirisinide “bir hanım” diye imzalamış.

Kadının Adı Yok’u ilk okuduğumda neden yok diye düşünmüştüm.

“Erkek işi addedilen yazarlığa geçişinde başta Ahmet Mithat olmak üzere hep erkeklerin onayına gereksinim duyması, onların yörüngesinde titizlikle tutulması Aliye'deki bu iki sesliliği yaratır. Görenek içinde batılılaşmaya çalışan, erkek öğretmenlerinden aldığı derslerle kendi dilini yaratmaya uğraşan Aliye baskın erkek söyleminin dışına çok az çıkabilmiştir. Dolayısıyla Aliye'yi feminist bir yazar yapmaktan alıkoyan bu paradoks olduğu gibi, kadınca arzularının gerçek ve kendiliğinden olduğuna dair klasik yanılsamadır. René Girard'ın arzularımızın özgün ve kendiliğinden değil aksine öykünmeci (mimetik) olduğunu savunuşundan hareketle Aliye'nin romantik arzusunun da ödünç alındığını, kendisine eril bir dil tarafından dikte edildiğini söyleyebiliriz. Fatma Aliye'nin yazarlığındaki bu çıkmaz, yazar oluşunda önemli etkisi olan iki 'baba'nın varlığında odaklanır. Öz babası tarihçi, hukukçu ve devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa ile edebi babası Ahmet Mithat, onu desteklerken denetimi ellerinden bırakmazlar.

..



Dönemin birçok aydını gibi Cevdet Paşa da hakiki bir 'terakki ve tebeddül' sağlanabilmesi için kız evladının eğitimini yönlendirmiş, ama onu derin bir İslam bilgisinden de yoksun kılmamış. Batılı çağdaşlarının aksine kendi adıyla yazan bir kadın olarak modernleşmeye geçişte etkili 'feminist' yanı bu nedenle hep gölgede kalmış; batılı üvey babanın doğulu kızı olmuştur adeta Aliye. Mithat, onu bir kadın yazar olarak lanse etse de bunun gelenekler dahilinde yapıldığını, Fatma Aliye'nin yazarlığının yanı sıra ahlaken de mükemmel bir kadın oluğunu sık sık yineler. Yazarlık, ahlakı doğal olarak barındırmaz bu görüşe göre, çünkü ahlak sadece görenek içinden kurulan tabular silsilesidir. Ahmet Cevdet Paşa ile Ahmet Mithat'ın hem kültürlü bir kadın yazar, hem de iffetli bir anne-kadın yaratma arzularının mükemmel bir tatmin alanıdır Fatma Aliye...”(Radikal kitap, 343, Hanede Öğüt)



               Fatma Aliye üzerine yazılmış bir kitap: “Fatma Aliye: Uzak Ülke”. Kitabın tanıtımını yapan sitede yer alan not:

ilk kadın Türk romancı Fatma Aliye’nin doğumundan ölümüne kadar tüm hayatı Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nun “Fatma Aliye: Uzak Ülke” adlı kitabıyla okurla buluşuyor. Yazara göre Aliye’nin kendi vatanı içinde kendini ‘uzak ülkede’ hissetmesinin nedeni, İslamcı yaklaşımıydı. Mustafa Kemal’in yaptığı yenilikler kendini uzakta hissetmesine neden oluyordu. Ama bir yandan da Latife Hanım ile mektuplaşıyordu.
Saltanatın kaldırılması, alfabenin değişmesi ve padişahın düşürülmesi demek, geçmişten vazgeçmek demekti ona göre. Geçmişinden vazgeçmiş olan da her şeyinden vazgeçmiş olurdu. Fatma Aliye’nin, kimilerine göre asıl belirgin özelliği feministliğiydi, kimilerine göreyse İslamcılığıydı. Kitabın yazarı Fatma Karabıyık Barbarosoğlu ise, kendi dünya görüşü çerçevesinde değerlendirdiği Fatma Aliye’nin muhafazakâr yanına daha fazla vurgu yapıyor.



               Fatma Aliye’nin yakın zaman tartışmaları, 50 liralık banknotları üzerindeki resimlerine dair. Neden cumhuriyet dönemi kadın yazarlarından biri değil de, Fatma Aliye sorusu etrafında düğümleniyor. Gönderme ilk oluşuna mı, yoksa muhafazakar ve Osmanlı oluşuna mı? Yoksa edebi yetkinliğine mi.

          Edebi anlamda olmasa da, benim tanıdığım en yetkin Fatma, annemdir. Zamanı geldiğinde, kendisinden başka hiçbir güç noktası, dayanağı olmaksızın himaye altına girmeyi reddeden, çocukları ve kendi yaşamı üzerine bütün çevresi tarafından yapılan çeşitli kurguları reddederek kararlarını alabilen ve uygulayabilen kadın.