23 Aralık 2013 Pazartesi

   Kadının sesi telefonda "hastayım" diyor. Bense  sesin bu kadar canlı çıkabilmesine şaşırıyorum yine. Pazar günü bezginliği tüm bedenimi sarmış, kendimi koltuğa bırakmış uyukluyorum. Arada evin rutin sesleri kulağıma herşey normal diyor, çıtırın şakıması, kızımın koşturması, televizyonda bitmek tükenmek bilmeyen politik tartışmalar. Yorgunum. Hiç bitmek bilmeyen bir yorgunluk hissi. 
"Yürüyorum. Bazen dört beş saat"
Gece rüyamda yürüdüğümü görüyorum, karadeniz otobanında, bir ilçeden diğerine, bir yanımda gri karadeniz, diğer yanımda ormanlık dağlar, ıssız yolda saatlerce yürüyorum, sonunda küçük bir bakkal görünüyor, içeriye girip birşeyler alıyorum. İçerdeki küçük kız bana buralara özgü bir içecek veriyor, saklamış, sadece dışardan gelecek biri için, gülümseyip alıyorum, içmeden bir sonraki ilçeye doğru yürüyorum. Dağlar, deniz ve bomboş uzun yolda arada geçen tek tük arabalar. Ne kadar yürüyeceğimi bilmeden. 

9 Aralık 2013 Pazartesi

O zaman üşüyordum ve sokağın kıyısında bir yerde durmakta olan adama bakıyordum. Adam paltosunun yakalarını kaldırmış, beklediği her neyse umudunu yitirmiş, çatık kaşlarıya boynuna sardığı atkıya nefesini vererek ısınmaya çalışıyor gibiydi. Bense artık ısınamayacağıma emin olarak yoldan geçen arabalara bakıyor, boş bir taksi bulamayacağımı bile bile bekliyordum. Yürümek istemiyordum. Oysa gideceğim yere yirmi dakikada yürüyebilirdim, ve bu saçma bekleyiş yirmidakikadan çok daha fazladır sürüyordu. Donmuş parmaklarımı cebimin içinde oynatarak gökyüzüne baktım. Soğuk beyaz bulutların tamamen kapladığı sakin bir gün ortası. Neden bu kadar soğuk. Beynim vücuduma komut vermeyi reddediyor, bana bile direniyordu. Hadi söyle ayaklarım kımıldasın. Ayaklarını oynat de.
Çok sonra önümde duran arabanın aralanan camından tanıdık bir yüz belirdi. Adıma bir de hanım ekleyerek bana seslenen sürücünün ne dediğine aldırmadan kapıyı açtım ve kendimi içeri attım. Adam bana baktı, kendimi sokaktan, soğuktan kurtarabildiğim için yarım bir gülümseyişle. Arabanın içindeki sıcaklığın oturduğum koltuğun yumuşaklığının etkisiyle bilincim tekrar bulanmış olarak kendimi "taksi bulamadım" diye mırıldanırken buldum, yüzüm sızlıyordu.

26 Kasım 2013 Salı

Saçmalıklar perisi iş başındaydı. Çok yorgundum. Ne zamandır gelmeyen yağmur nihayet gelmişti ve tuhaf bir yoğunlukta koşturarak birşeyleri yetiştirmeye çalışıyordum. Geç kalıyordum.
"Zaten çok geç kaldım. Herşeye."

Bazen olmayabiliyor. Yürümeyebiliyor hayat. Bırak. İş yerinde adam, yaptıklarımı nasıl karıştırabildiğime ve bu kendi yarattığım çözümsüz durumu nasıl çözebildiğime şaşırarak bakıyor. "İyi buldun ha" diyor. Hayatımın nasıl bir debelenme hali olduğundan habersiz.

18 Kasım 2013 Pazartesi

Aynı günde ikiden fazla arkadaşımı görerek kendi tarihimde bir sosyalleşme rekoru kırdıktan sonra, eve gelmiştim ki hacivatla karşılaştım. Ekranın beyaz perdesine yansımış "gönlüme bir eğlence/karagözüm/ iki gözüm" demekteydi. Bense kırmızı kanepeme yayılmış, günü düşünmekteydim. Sabah tanıştığım "bekaranne"nin yaşadıklarıyla, bu tuhaf devasa metropolde kurmaya çalıştığı yaşam. Yeni gelenle gitmek üzere olanın karşılaşması. Kadın o kadar hayat dolu, kıpır kıpır ve canlıydı ki. Kendi ölgünlüğümü hissettim. Şehir, iyi şeylerin üzerinden buldozer gibi geçen devasa bir makina. Bu tuhaf yalnızlığı kırabilmek için buluştuğumuzda bile nefessiz kalabiliyoruz. Öyleyse kapansın perde sevgili hacivat. Karagözü bulmaktan umudunu yitirmiş, hem hacivat hem karagöz olmaya debelenmekle ömrü tüketelim.

7 Kasım 2013 Perşembe

" ..Ama Goethe'nin son sözleri aslında Mehr licht! (biraz daha ışık!) değil, Mehr Nicht! (İstemem Artık) oldu."
"Kitap mı okuyorsunuz" dedi oda arkadaşım. İş yerinin loşluğunda gözlerimi kaldırıp, tozlu dosyaların arkalarında bir yerlerde görünen ve odaya geleli henüz bir iki hafta olmuş olan iş arkadaşım "hangi kitap?" diye devam ettirdi.
"Göte öleyazıyor" dedim. "Hı?" dedi, şaşırmış, yanlış birşeyler duymuş gibi irkilerek. Son bir umut anlam verebileceği bir söz söylerim diye devam etti, "kim yazmış?"
"thomas bernhard" dedim. Sessizlik devam etti.
Böylece biraz daha ışıkla, biraz daha hiçlik arasında kaldık gitti.

8 Ekim 2013 Salı

   Ömrümün dördüncü on yıllık devresinin başladığı gün, sabah yedi buçuktan, akşam on otuza kadar koşturmuş, eve gelmiş ve onbir gibi kızımı yatırmış sonunda koltuğuma oturduğumda içimden "bu mudur ya kırkıncı yaş günü" demişken telefonum çaldı. Arayan 20 yıl önce tanıştığım ve üniversitenin ardından iletişimimi tamamen yitirdiğim gitar hocamdı. Doğum günümü kutluyor ve dört yıl kadar önce kendisine attığım mailde sorduğum kızım için bu civarda oturan bir gitar hocası bulabilir miyim sorusunu yanıtlıyordu. 
   Bana kitaplardan, yazarlardan ilk bahseden, benimde kendi okuduklarımı 80 öncesi çocukluğumun tembihleriyle "okuduğun kitapları asla başkasına söylememe" halini ilk kez kırabildiğim. Diğer öğrencilerle veya arkadaşlarıyla dolu evi, ömrümde özendiğim ilk evdi. Eski eşyalar, etrafta dağınık duran kitaplar, notalar, müzik. Birde akşamüstleri küçük salonu kızıla boyayan 40 yıllık elektrik sobası. Ankaranın buz gibi kışında bile usulca ısıtan. 
   Geçmiş yirmi yılı kısaca özetlerken "hayat bazen çok hoyratlaşabiliyor" dedi. Evet dedim. Hemde çok. 

24 Eylül 2013 Salı

Savunma mekanizmaları. Sürekli kendimi, bu şehir de şöyle kötü, böyle kötü derken buluyorum sık sık. Yoruldum, çok iş yükü var, sıkıldım, bunaldım diye sızlanıyorum. Daha kolay daha sakin bir yaşam olabilir diye huysuzlanıyorum. Beynim gidişe hazırlanıyor sanırım. Oysa balkon kapısından baktığımda ıhlamur ve çam ağacını göremezsem ne kadar üzülürüm bilemiyorum. Nereye gideceğimi, nasıl bir hayatım olacağını bilemiyorum. Bu insanı dinç tutan birşey midir? 8 yıl önce, taşınmak mı? başka bir şehre mi yerleşmek? sanki çok kolay gibi gelirdi. Her yerde yeni bir yaşam kurabilecek güçte hissediyordum kendimi. Cehalet mutluluktur.
Ayracın üstünde "insanın kızından daha iyi bir arkadaşı yoktur, hiç kimsenin de senin gibi bir kızı" yazıyordu. Kızım ayracı yüzünde mahçup ve sevinçli bir gülümseyişle okudu ve tıpkı ona ranza aldığım gün arabanın arka koltuğunda yüzüme baktığı gibi sevgiyle tatlı tatlı baktı. Oh dedim. Demek ki insanın maaşının üçte birini vermeden de bu bakışı görebilmesi mümkün. Anı bozmak istemedim, sarıldım, benim kızım bir tanem dedim. Aslında insan hiç bir iyi arkadaşına benim sana hissettiklerimi hissedemez demek istedim. Bir anne ve kızı "en iyi arkadaş" değillerdir. Anne ve kız olmak zaten bunun çok ötesindedir.

20 Eylül 2013 Cuma

Yağmur incecik yağacak. Belli. Sonbahar tatlı bir hüzünle gelecek. Geride kalan herşeyin üstüne kalın bir bulut inecek, saracak ve herşeyi kendi beyazlığında yok edecek.

8 Eylül 2013 Pazar

Lan dağılın lan.
Sabahın körü, iş güç, koşturmacası, kızın psikoloğu, ex husband ın saçmalıkları, hayali ihracatçısı, küçük esnafı, ağbimin damat adaylığı, yapılacak çöpçatanlıklar, mutfakta biriken bulaşıklar, yapılması gerekli sebze yemekleri. Lan. dağılın hakkatten lan.

"Sezai abi, o tweeterı yükledikten sonra ilgini çeken konularda birilerini takip edip sonra  birkaç cümle yazman gerekiyor"
"Takip mi edeyim?"
"evet abi."
"peki kimi takip edeyim?"
"mesela futbol takımlarından biri olabilir?"
"olurmu yav, kim bu dallama bizi takip ediyor demesinler?"
"!"

"Ağbi kıza facebooktan arkadaşlık teklifi gönderdin mi?"
"niye ben gönderiyorum? ben ona talip olmuş olurum arkadaşlık teklifi gönderirsem."
"abi benim 100 tane arkadaşım var, hepsine talip mi olmuş oldum sence?"

"Ağbine çöpçatanlık ediyorsunda bana niye etmiyorsun?"
"E seninle hemcinsiz ulan, sana niye çöpçatanlık edeyim bulsam kendime bulucam heralde"

Özet olarak. Lan dağılın lan.

5 Eylül 2013 Perşembe

Benim babam sıradan bir devlet memuruydu. Üç çocuğu ve karısı ile birlikte tüm mücadelesi aybaşını getirebilmek olan. Büyük bir kütüphanesi, ve asla gerçekleştiremeyeceği emeklilik hayalleriyle. Babamı banyoda traş olurken izlerdim sabahları, esmer geniş yüzüne bakıp bir gün emekli olduğunda nasıl yaşlanacağını hayal etmeye çalışırdım. Ama bir türlü bu yüzün nasıl yaşlanacağını gözlerimin önüne getiremezdim. Anneme bakardım, onun saçlarının beyazlaşmış, mavi gözlerinin etrafı kırışıklıklarla dolmuş hali gözleriminin önüne geliverirdi hemen. Babamı yaşlandıramazdım. Yaşlanmadı da. Hayallerini bana miras bırakıp gitti. Bir gün emekli olduğunda şimdi terasında oturup karadenizi seyrettiğim yerde olan eski ahşap evin küçük camlarından ormanı izlerken yazacağını düşlerdi. Bana öğretmediği anadilinde anlatırdı. Anlarmıydım. Kelimelerini değil. Ne anlattığını. Annemin (nasıl naif ve güzel bir kadındı o zamanlar) gülümseyerek, anlamıyor ki çocuk deyişine aldırmadan. Babam ne hissettiğini anlayacağımı bilirdi. Esmer ortaboylu bir adamdı sadece, benim için dağ gibi bir adamdı.
   Sabah. Köyün balıkçıları  limandan ayrılıp açıklara doğru uzaklaştılar bile küçük tekneleri ve kayıklarıyla. İki saat sonra dönecekler. Gün doğumuyla beraber açıldıklarından döndüklerinde köy güne yeni yeni başlamış olacak. Köyün son evi, tepedeki iki evden biri olan bu evde de hala uykunun kokusu hakim. Sabah kuşların ormandan gelen şarkıları. Hepsi birbirinden farklı sesler çıkarsa da uyumla ürettikleri müzik. Burada çocuktum .Evin önündeki uçurumun hemen kenarında yer alan büyük karayemiş ağacına çıkıp dallarından denizi izlerdik. Karayemişin ağzı buran tadını alarak. Benim  kızım için asla izin vermeye cesaret edemeyeceğim kadar korkutucu ve güzel.

29 Ağustos 2013 Perşembe

   Sabah ailemizin gürcüsü geo'yu almaya gittik. Geo bizi şıpıdık terlikleri, sırt çantasında iş kıyafetleri ve şortuyla bekliyordu. Aldık, bir gün çalışacağı araziye bırakarak yolumuza devam ettik. Geo sınır kapısı açıldıktan sonra doğmuş olmalı, yirmili yaşlarının başlarında. 88 de, sınır kapısı sınırsızca açıldığında, "rus pazarı" kavramıyla da tanıştı karadeniz halkı. Pazara gelip evindeki eşyayı türk parası ile yok pahasına satan beyin cerrahını hala hatırlıyorum. Kuzenimle beraber ilk agrandizörü orada görüp haftalık harçlığımızın üçte birine satın almıştık. Evlerinde agrandizör vardı, ama açtılar. Geo bu zamanlarda doğup büyüyen gücüyle hayatını kazanan diğer günlük işçilerden biri. İlk kez geçen yaz onu amcamın evinin önünde uçurumun başında denizi izlerken görmüştüm. Uzun bir yolculuğun ardından eve yavaşça ulaşmanın bezginliği içinde köyün en tepesinde ki evin önünde kimin durduğuna hayretle bakarken O da bana baktı bir an için. Ardından başını hızla önüne çevirdi ki amcamın "hoşgeldin" diyen babacan sesi duyuldu. Geo bir ay kadar arazide çalıştı ve uzun yıllar bırakılmış toprakları biraz düzene koydu. Amcam evin kahyası diyordu gülümseyerek, Geo hep o mahçup çekingen haliyle başını kaldırmadan, söylediklerimizi anlamadan duruyordu sessiz. Ya da çalışıyordu. Biraz lazca biliyordu, ne de olmasa bir sınırın ayırdığı aynı denizin insanlarıydık, çoğu kez amcamla da lazca konuşarak anlaşıyorlardı. Geo "dini bütün bir ortodokstu" ve bu hali müslümanlık dışında bir dine bu şekilde bağlanılabileceğine şahit olmamış olan bizim ailenin fertleri için oldukça şaşkınlık verici bir durumdu. Yazın sonunda Geo, kendi ülkesinde polislik yapabileceği umuduyla gitti. Arazi dikenlerinden temizlenmiş, ağaca dönüşmüş fındıklıklar yeniden fundalık olmuş halde. Ertesi yıl geldiğimizde Geo polis olamamıştı, bir ev tutup ilçe merkezine yerleşmiş günlük işlerde çalışmaya devam ediyordu.

25 Ağustos 2013 Pazar

   Yağmur o kadar güzel yağıyor ki. Çatıdaki küçük pencereye düşen iri damlacıklar, küçük yuvarlaklara dönüşüp dağılıyor. Çatı pencereleri yağmuru hissetmeye yarıyor demek ki daha çok. Islanmadan ama hissederek. Ve küçük liman, grileşen karadenizin sığ bölgesinde usulca kıvrılıyor. İlerde ufkun sisle örtüldüğü daha uzaklarda denizin içinde açık koyu  griler sakin dalgalar. Denizn açık gri yolları. Durmaksızın gök gürlüyor ve ıslak otobandan büyük kamyonlar geçiyor. Doğu karadeniz otobanı. "denizimizi bizden kopardılar". Mücadele edebilirdik. Edebilirmiydik? Dedemin elli yıl önce verdiği kararlar. Toprağın suyun denizin bize aitliği. Değil ki. Belki de hatayı burda yapıyoruz. Bize ait değiller. Onlara hükmetmeye çalışıyoruz. Kendi doğamıza bile aykırı olarak.

23 Ağustos 2013 Cuma

   Burada, ormanın ve denizin kıyısındaki evde, günlerdir ilk defa oturuyorum. Üstelik çok ciddi bir sorun olmaksızın, hatta yapacak iş olmaksızın. Sessizce durup, denizi seyredebiliyorum, kendi türüm dışındaki canlılarla beraber, kuşlar, böcekler, kediler. Herşeyin sadece insan için olduğu şehirden uzak. Arasıra tepenin aşağısındaki otobandan geçen araçlarda olmasa bir süreliğine insan bütün şehir yaşamını unutabilir. Hep burada yaşadığını sanabilir. Yada hep burada yaşayacağını.

22 Ağustos 2013 Perşembe

Şehir insanının fındık toplamakla imtihanı. Tabii ki o ağaç haline gelmiş fundalığın genişlemiş gövdesine çıkıp ayağınla dalları sallarken, farkında olmadığın bedeninin zayıflığını, eve dönüp koltuğuna oturmaya kalktığında sırtında saplı duran bir bıçak olduğu hissiyle farkedersin. Ve geç olmuştur artık, kimbilir kaç gün daha bu acı ile yaşayacak olmanın sevimsiz öngörüsü ile kalakalırsın. Bedenin ne çabuk başka birşeye dönüşmüştür.

13 Ağustos 2013 Salı

 Hayatımda ilk defa içimde karşımdakine fiziksel acı verme hissi doğuyor. Mesela kafasına sert bir cisimle vurmak olabilir. Hem ciddi bir beyin sarsıntısı geçirirse belki olanı biteni daha net görebilir. Fakat gel gör ki karşımdaki 1.80 boyunda, iki katım ağırlığında ve 4000 km uzakta. Eğer bir gün kızımı sağlıklı bir birey olarak yetiştirebilirsem, ki bu "babasına rağmen" oldukça zor görünüyor, ne yaşanıp bittiğini anlayacak. Şimdi susuyorsam sadece bunu  bildiğim için.

2 Ağustos 2013 Cuma

Popper ve huzur dolu bir iftar üzerine.

 Yüzünü çevreleyen gümüş bir hare gibi beyazlaşmış sakalların ve gülümseyişinle karşımda oturmuş sakince puronu içiyor ve popper'dan bahsediyordun.
"Yanlışlayamadığın şeyleri de doğru kabul etmen gerektiğini söylüyor, yani bir bilginin doğrulanması değil, yanlışlanamaması"
Arkamızda şehrin en güzel tepelerinden birinde gecenin sessiz sakin uzanışı.
Popper, Karl. Klasik bilim görüşünü ve dolayısıyla tümevarımcılığı reddederek yanlışlamacı bilim anlayışını geliştirmiş olan çağdaş bilim ve siyaset filozofu.Popper'a göre, hipotez yada teori doğrulanmak için değil de yanlışlanmak için test edilir. Onun en önemli yeniliği de burada ortaya çıkar. Hiç bir bilimsel teorinin kesin sonuçlu olarak doğrulanamayacağını öne süren filozof, demek ki mutlak hakikat düşüncesinden vazgeçer. Felsefe sözlüğü, Ahmet Cevizci.
Kimliklerimizden arınıp sadece iki kişi olarak konuşabilmek.

27 Temmuz 2013 Cumartesi

"Ah ben senin lazanya yaptığını da bilirim" dedi telefondaki ses, blogu okumuş gülüyordu. "Sıksan portakallı ördek de yaparsın sen, de işte  yaptıracak adam lazım" Gülmeye devam ettik. Hayatımızda ayda bir bile olsa bizi güldürebilen insanların olması ne güzel birşey diye düşünüyordum. Bahsettiği zamanın neredeyse bir ömür kadar uzakta olmasına rağmen. Benim bile unuttuğum günlerimi hatırlayan.

21 Temmuz 2013 Pazar

Herşey pazar sakinliğinde. Telefonum olmasa. Birkaç film, ve mrs dalloway, ve bütün gün uzanmaktan başka yapılacak şeylerin hepsini erteleyebilme lüksü. Gözlerimi kapayıp televizyonda izlediğim  programdaki  kadının tarif ettiği yemeğin bütün ayrıntılarını hatırlayabiliyorum. Ramazanın etkisi mi yoksa, aniden ortalığa çıkıveren talibimin zorunlu olarak çağrıştırdığı  gerçekten akşamları "yemek" hazırlayabilen bir kadın olabilir miyim sorusunun aklımı karıştırması mı. Hayır demişti Arsan, asla evde ç.kü olan biri varmış gibi yemek hazırlayamazsın!. Ben daha çok evde küçük bir kız varmış gibi yemek yapıyordum, haklıydı.
Talibi incitmeden göndermek ve akşama o yemeği yapmak lazım.

25 Haziran 2013 Salı

ankara. en iyi kalpli uvey ana. daha seminerin ikinci gununde havlu atmak uzereyim. donmek istiyorum evime. bu tuhaf sosyallikler halinden basim,dondu. iki uc gun icinde son bir yilda konustugumdan daha fazla insanla konustum, imdat.

20 Haziran 2013 Perşembe

Ve işte, akıp gidiyordu zaman.
Ru be ru.
Başımın üzerinde sarı bir ışık durmaksızın odanın tavanına vuruyordu. Sesleri, renkleri kendine çekip uzaklaştırıyordu. Başım sızlıyordu. Unutup kaybolmak için. Ne olup bittiğini anlayamıyordum. İnsanın en tedirgin hallerinden biri değil midir bu. Gözkapaklarımın üzerine başparmağımla sıkıca bastırdım. Öğrenilmiş hareketler. Kendimle kalmayı seviyorum. Herkes uyuduğunda ve zaman benim olduğunda.
"Gözlerini kapat. Şimdi zamanın düz çizgisinin dışına çık. Hangi zamandaysan, onu yaşayabilirsin artık."
Ruberu. Kendinle yüzleşebilirsin artık.

4 Haziran 2013 Salı

Sonra bir sürü tuhaf anı birbirinin içine girerek, gerisin geriye ayrıldı. Bulutların hızla yoğunlaşırken birbirine çarpıp sonra yeniden ayrılması, yeniden gürültüyle çarpışması gibi. İktidar sarhoşluktur, insan yanılgısının ortasında gerçeklikten hızla sıyrılır. 

Evliliğim 2ci ayında, ayağımı kırmış, alçılı, koltuk değeneklerimle 20 gündür evde oturduğum bir cumartesi, 'dışarı' çıkmaya karar verip apartmanın 5 katını tek ayağımın üzerinde zıplayarak indikten ve dönüşte zıplayarak çıkmayı göze aldıktan sonra henüz  ex olmamış  husband, beni o parka götürdü. Bu kente mahsus bir kalabalıkta, çay bahçesinde oturulacak tek bir boş sandalye bile yoktu. Ex husband beni parkın belki yüzyıllık ağaçlarından birine yaslanmış halde bırakarak etrafta boş bir yer ararken bir garsona yaklaştı ve "arkadaş sakat" dedi yardım isteyerek. Sevimli garson bana gülümseyerek baktı, "e güzelim ne işin var senin bu ökhüzle" der gibi, sonra döndü ve "geçici bir durum galiba" dedi. Yinede yardım etti, ve küçük plastik bir masa ayarladı. Oturdum, ve evliliğim boyunca "arkadaş" olarak kalacağımı bilmeden karşımdakinden bağımsız, dışarıda olmanın, insanların, bu gürültülü  güzel şehrin bir parçası olduğumu hissettim. 

Şimdi derin bir sessizlikle herşeyi kabul eder görünür kalabalığın, bu parkla "hayır!" deyişini ve bu hayırın kalanlar için ne kadar tahammül edilemez bir kelime olduğunu izlerken, yönetme, yönetilme, tercih etme, ve isteklerini ifade etmenin karşılığının sadece biber gazı olmayacağına şahitlik edebildiğime hem inanıyorum, hem seviniyorum. 


27 Mayıs 2013 Pazartesi

Kendimi çürümüş bir fil gibi hissediyorum demişti. Şimdi, ciğerimin sızıltısı yükselen ateşime karıştıkça, bir yandan sabah reçel kavanozunu düşürdüğüm ayak parmağım acırken yattığım yerde tam da böyle hissediyorum. Birisi kış hastalıklarının iyi, yaz hastalıklarının çekilmez olduğunu söylüyordu, kat kat yorganların altında ateşinin yükselmesinin keyfi ile  başa çıkılamaz bir sıcakta ısı duygusunu yitirmenin anlamsızlığı. Ya da bu ateş içinde herşeyi ben uyduruyorum, gözlerimi halojen lambanın tavana vuran şiddetli ışığına dikip kendimi aydınlığın içinde yitirmeye çalışıyorum. Aslında herşey beynimin bana küçük oyunları. O zaman. Beynimizi keşfedelim.

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Evet tabii, Behzat Ç. de bitsin. Gitmeyen bir o kalmıştı.

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Ne oluyor yahu dedim. Kim. Ben mi demiştim ki? Şaka gibi, mesene uçup gitti, tamam, ne oluyor içtiğim sigara markasının tedavülden kalkması da ne demek? Yok ablacım diyor tezgahının arkasındaki ortayaşlı amca. Firma kaldırdı o sigarayı. Galiba ya yenileyecek yada tamamen kaldıracak. Nasıl ya. Sen o kadar bağımlı yap, ondan sonra terk et git. Hayatımdaki zararlılar öyle apansızın terk etti ki beni. Hiç de usulüne uygun olmayan bir biçimde. Hiç olmayacak işler bunlar ah. Hiç hemde. Adi telve. Kesin her ikisinin arkasında da sen varsındır. Gerçi sende uçtun gittin ya bu alemden. Pek keskin bir kırılma oldu bu da. Bir yaştan sonra hayat daha yumuşak geçişlerle dolu olmuyor muydu? Ah, çestırın tarlasından uzak geçecek günlerim.

21 Nisan 2013 Pazar

      Küçük kız gözlerini kocaman açmış yüzüme bakıyor.Sanki  bir dükkanının önünde terk edilmiş, ne gelecekse başına kaderine razı, şaşkın, ürkmüş. Onu öyle görüncebirkaç gün önce onu bıraktığı için, içimden kızıyorum annesine, arkasında iri kıyım bir kadın duruyor, güzel mavi gözlerini yükseklerden bana doğru indirerek hah, kurtuldum der gibi kıza soruyor, "bu mu? bu mu?" kız cevap vermiyor, doğrudan bakmıyor kadına, zaten küçük bedeni minicik kalmış gibi. Gülümseyerek "evet, melek'in arkadaşının  annesi benim" diyorum. "tamam o zaman emaneti size devrediyorum, annesi size bırakacağımı söyledi" diyor. "evet" diyorum. Küçük kıza dönüp, nasılsın diyorum, şaşkın bakmaya devam ediyor. Sanki kim olduğunu bile unutmuş bir halde. Sonra birkaç saati beraber eğlenerek geçirecekleri çocuk klubünün kapısında duruyorlar kızımla. Kızım rahatça küçük kızın   çantasını bana uzatıyor, "anne bunu arabaya koysana", arkadaşı ile zaman geçireceği için keyfi yerinde. O an kendine geliyor, "dur çantamdan bir kaç bişi alacağım" diye mırıldanıp, çantanın fermuarını açıyor. İçinde bir yığın tıkıştırılmış eşya ile biraz uğraşıp sonra yine kapatıyor. İçeri doğru giriyorlar.

18 Nisan 2013 Perşembe


         Genişçe bir salonun iki ucundaydık. Onların tarafında iki tane masa uzunlamasına yanyana konmuştu. Etrafında yüzleri bana dönük oturan altı yedi kişi. Yüzlerinde bütün gün o masada oturup soru sormanın yorgunluğu, birkaç ahbap bir araya gelip eğleniyoruz işte halleri. Ceketler bir kaç saat önce çıkarılıp sandalye arkalarına asılmış, o da yetmeyince gömlek kolları kıvrılıp dirseğe kadar katlanmış, masada duran pembe dosyaların üzerinde plastik çerez tabakları, bir kaç su bardağı.  Günün sonu, yapılacak son mülakat olarak ben içeri girdiğimde bir kaçı başlarını kaldırıp beni süzdü, birkaçı kaldığı yerden sohbetine devam etti. İlerleyip benim için yerleştirilmiş küçücük masaya oturdum. Üzerinde küçük bir peçete ve dolu  su bardağı. Bu küçük masaya oturmak için üç yıl geçirdim. Üç yıl, sınavlar, kanunlar, tebliğler, mide kanamaları, en uykulu halinizde sizi zıpkın edecek vitamin hapları ile geçti. Ne kadar önemli şahsiyetler olabileceğimize dair kabartılıp, ne kadar aşağıya inebileceğimize dair korkutulmak arasında sallanıp durduk. Her ikisi de anlamsız değil miydi? Adamlardan biri, benimle konuşacağı aralarında önceden kararlaştırılmış olanı, bir şeyler sormaya başladı. Elinde pembe bir dosya tutuyordu, arada içindeki kağıtları karıştırıyordu. Bütün bir geçmişim elindeydi sanki, safha safha yaptığım her işle ilgili birşeyler sordu. İlk soruda sesim, beynimin komutlarına itaat etmedi, ağzımı açsamda öyle kalakaldım daha çok, sonra sesimin çıkmadığını fark ettiğimde beynim de birden bütün bir geçmişi unuttu. Neydim. Kimdim. Ne diyecektim. Adamlardan bir diğeri, gülerek birşeyler söyledi. Bir başkası bu halime acıyarak yine geçmişimle ilgili birkaç birşey söyleyince yavaş yavaş çözülmeye başladım. Bir üçüncü diğerine “evet salla, salladıkça dökülüyor” dedi gülerek. İlk konuşan adam ardı ardına sürekli sormaya başlayınca bende sürekli konuşmaya başladım birden. Hapşırmaya başlayınca dek. Birkaç kere hapşırdım ve yeni aldığım siyah daracık ceketin henüz açmadığım ceplerinde kağıt mendil olmadığını hatırlayana kadar da kendimi kötü hissetmedim. Ceketin kapalı ön düğmesinin iyice daralttığı bedenim patlayıverecekmiş gibi hissediyordum. Sonunda burnumun da akmaya başladığını çaresizlikle hissedince birden bütün ciddiyetimi yitirdim. Oldukça sakin su bardağını kenara çekip altındaki peçeteyi aldım ve burnumu sildim. Nasılsa kaybedecektim. Son bir soru daha sorduklarında, rahat rahat soruda geçen durumda yapabileceklerimi en ağır şekliyle anlattım. Asardım, keserdim ve ibreti alem olsun diye meydanda sallandırırdım öyle bir durumda. Rahatlamıştım. Hepsi gülümseyerek beni dinliyordu. Başlangıçta ki alaylı hallerinin tersine teşekkür ettiler mülakatın bittiğini ifade ederek. Kalktım ve kapıyı açmak üzere elimi uzattığımda içlerinden biri adımla hitap ederek seslendi ve ekledi “sen yine de elindeki kılıcı bu kadar keskin sallama”. Kazanmıştım.

8 Nisan 2013 Pazartesi

Sıradan pazartesi sendromu işte. İşyerinde de bu kadar "takdir" gördükten sonra kıpırdayası gelmiyor tabii ki insanın. Ne diyordum? Kımıldayacak alanım kalmadı. Yani yerim dar, o yüzden de oynayamıyorum. Oyunbozanın teki oldum çıktım. Aklım kilometrelerce ötede. Ev dağınık, hava yağmurlu, trafik berbat.  Ara ara ambulans sesleri. Müzik dinlersem geçer sanıyorum. Müzikle erteleyebilirim. Herşey akıp gider. Ses kalır. Yazı uçar.

4 Nisan 2013 Perşembe

Pek muhterem kıdemli meslektaş, "evet sizi biliyoruz" dedi, "sizin isminiz geçiyordu, üzerindeki iş yüküyle."
"Öyle mi" dedim şaşkınlıkla.
"Evet" dedi adam tekrar.
O sırada çaylar geldi, ve önce pek kıdemli muhterem meslektaşa, sonra ondan daha az kıdemli ve en az onunda kadar muhterem olana ve  hepsinden daha az kıdemli ve en az onlar kadar muhterem bana. Bir gün genel bir toplantıda idarecilerden birinin söylediği gibi, "bizim meslekte 5 kişi asansör bekliyorsa, kimin önce bineceği, kimin sonra bineceği ve kimin hiç binemeyeceği bellidir." Çay servisi sırası bile buna göredir işte. Daha az kıdemli olan nasıl olduysa sözü çayın nasıl demlenmesi gerektiğine getirdi, ve bana dönüp,
"siz daha iyi bilirsiniz gerçi" diye ekledi.
"Rizeli olduğum için mi?" dedim gülümseyerek. "Ben çay demlemeyi ağbimden öğrendim."

Bende sadece cinsiyetim nedeniyle daha iyi çay demleyeceğimi ve yemek yapabileceğimi, daha düzenli ve temiz olacağımı sanıyordum, fakat ne acıdır ki, bendeki ekstra x kromozomu güdük olsa gerek ki bütün bunları tecrübe ederek ve öğrenerek edinmeye çalıştım demek istedim, diyemedim. Daha az kıdemli meslektaş, cins-i latiften birinin topu taca çıkarmasından keyfi kaçmış,  "rizeli olduğunuzu bilmiyordum" diye mırıldandı. 

Sabah, sol yüzük parmağımı tost makinesinde yaktım. Canım acıdı, küçük çaplı bir çığlık attım ama sonra durdum ve eğer yeteri kadar güçlü bir şekilde bunu yaşamadığımı düşünürsem, acıyı yok edip edemeyeceğimi merak ettim. Ve aynı sahneyi defalarca, düşündüm, parmağımı yaktığım anı daha farklı olarak, eğilip dolaptan tost makinesini alıyorum, tezgahın üzerine koyuyorum, dilimlenmiş ekmekleri içine yerleştiriyorum, biraz bekliyorum ve  parmağımı ekmeklerin bulunduğu kızgın zemine değdirmeden ekmekleri alıyorum. Anının atladığım kısmına her gelişimde parmağım bana inat sızlıyor. Yinede vazgeçmedim ve aynı şeyi düşünmeye devam ettim, bir süre sonra parmağım daha az sızlamaya başladı. Bunu tamamen unutup unutamayacağımı merak ederek düşünmeye ve yanlış hatırlamaya devam ettim. Bir süre sonra telve'ye öfke dolu bir mesaj attım, kısacık, keskin uçlu meyve bıçağı gibi.

2 Nisan 2013 Salı

"Aşık oldum..."
Sesi öyle sarhoş geliyordu ki telefonda, gülümsedim. Çok uzun zaman olmuştu ki bu sesi böyle neşeli, heyecanlı, sarhoş duymamıştım. Bahar başlangıcından mı. Yaşamınızda bazı insanlar vardır, başına iyi şeyler gelsin istersiniz, iyi şeyler yaşasın. Yaşadığı bir kaç saati anlatırken, dolu dolu, aynı heyecanı, mutluluğu tekrar yaşıyordu, neredeyse nefes almadan anlattı. Sonra uzun bir sessizlikten sonra kendi kendine konuşur gibi "benimle o kadar çok ilgileniyor ki. Biri benimle bu kadar çok ilgilenmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki." dedi. Sonra bana  nasıl olduğumu sordu.

Bende kendi trajik hikayemi büyük bir sakinlikle anlattım. Sesi soğudu, anlattıklarımdan mı yoksa anlatırken bunu bakkala gittim ve bir paket sigara aldım der gibi sakin oluşumdan mı bilemedim. İyi dileklerimizle telefonu kapattık. Bütün içorganlarımın bir burgaçla sıkıştırıldığı duygusu. Çaresiz bekleyiş.

12 Mart 2013 Salı

28 Şubat 2013 Perşembe

Sevgili Telve,
Şubatın son günleri. Güdük bir aydır bilirsin. Sen sever misin bilmem. Bana hep tadsız tuzsuz gelmiştir. Bir kere kıştır ama hava ısınır biraz, Ocak gibi soğuk değildir, Mart gibi de. Hatta bazen öyle ısınır ki, bahar geldi sanırsın  hava soğumayacak, doğa bile uyanmaya başlar hafif bir silkinmeyle. Aldanıştır bu. Düpedüz. Böylesi bir aldanış da er ya da geç cezalandırılır elbette. Mart esaslı bir aydır çünkü. Okuduğum kitabı bitiremedim bir türlü. Kadere Karşı Koy A.Ş., çok da eğlenceli aslında. Arada burnuma dayayıp kitap kokusunu içime çekiyorum ama bu halde bile ilerlemiyor.

20 Şubat 2013 Çarşamba

"Yaşıtlarımdan hoşlanmıyorum. Onlara bakıyorum, kendime bakıyorum, hiç bana benzemiyorlar. Sanki benden yaşlılar. Sürekli bir yerleri ağırıyor, sızlanıyorlar, bende kendimi dinlemeye başlıyorum o zaman, ağrılarımı fark ediyorum. Halbuki onlarla konuşmasam belki de hiç fark etmeyeceğim, yada önemsemeyeceğim. Bir de menapoz hikayeleri var, sıcak basıp duruyor diyorlar, bense daha üşüyorum. Sıcak falan basmıyor."

Kadın hızlı hızlı konuşuyordu. Odaya ilk girdiğinde, "sizin odadan bazen sigara kokusu geliyor" diye söze başlamıştı. Gerildiğimi belli etmeden sakince dinlemeye çalıştım . Bunun devamının hoş gelmeyeceğine şartlanmıştım. "ben böyle sigara ve kahve muhabbetini burda o kadar özledim ki. Bizim odada kimse sigara içmiyor. Herkes kendi aleminde.Ben arasıra buraya gelsem kahve içsek beraber?" Gülümsedim. Devam etti."oda da bir kız var şu yenilerden, neydi adı, Berrin, ona sordum böyle kahve yanında sigara muhabbeti yapabileceğim kim var diye, biliyorsunuz burda erkek populasyonu yüksek, diye cevap verdi." Muhabbet gittikçe daha eğlenceli hale geliyordu. "Bende düşünmeye başladım, populasyon, tam populasyon da diyemiyor, değişik telaffuz ediyor, nedir populasyon diye düşünmeye başladım işte bende, nedir?" Sustu ve ciddi olarak cevap bekledi benden. "ingilizce population, nüfus demek galiba" diye fikir yürüttüm.  Kahve ve sigara muhabbeti adresi olarak algılanmam eğlendirmişti beni daha çok, bu kadar asosyal bir hayat yürütüp, odasından dışarı çıkmayan biri olarak. Ev ve iş arasında gidip gelirken, iş yerindeki hiç kimseyle doğru düzgün  konuşmazken neredeyse, nasıl oluyordu bu.

22 Ocak 2013 Salı

Öğretmenim, Canım Benim.

Okula gittiğimde üç gündür uykusuzdum, ve üstelik ara sokakta park yeri bulamadığımdan caddedeki otoparka bırakmak zorunda kalmıştım arabayı. Elimde reçete ve rapor, bir yandan reçeteyi çantama tıkıştırmaya çalışırken raporu da nerede bu hale gelip kırış kırış olduysa düzeltmeye çalışıyordum. Girişte acele yürüdüm, kapıda duran görevliye ben veliyim dedim raporu göstererek, adam zaten 5 yıldır bu hallerime alışkındı, başını salladı, birşey demeden. Yürüdüm, birinci katta ki müdür yardımcısının odasının kapısı açıktı, başımı uzatıp içeri baktım. Orta yaşlı tıknaz bir adam olan müdür yardımcısı her zaman ki neşeli haliyle telefonda konuşuyordu, masanın karşısında sarışın bir kadın oturuyordu, önce tanımadım, adama bakmayı sürdürdüm, ama hiç oralı olmadı adam, bu içeri girmemi onaylamak oluyordu kendi dillerince, usulen, nezaketen bir süre daha bekleyip, içeri girdim. Elimdeki kağıda baktı bir, elimden aldı gülümseyerek ve konuşmaya devam ederek. Tamam anlamında başını salladı ama elimle bir işaret yaparak bir şey soracağımı anlatınca telefondakine kapanış cümleleri sarfetmeye çalıştı. Karşı taraftaki uzatma eğilimindeydi, bir süre daha konuşmaya devam ettiler. O sırada koltukta oturan kadının kızımın türkçe hocası olduğunu farkettim, zar zor gülümseyerek "merhaba hocam, ben ... 'nin annesiyim" dedim. Kadın oturduğu yerden kalktı, yanıma geldi. Elimdeki rapora bakıp "çocuklar kızınızın daha bir hafta gelmeyeceğini söylediler, iyi mi kızınız" dedi. Bunu söylerken bana o kadar yaklaşmıştı ki iri kahverengi gözleriyle sanki "sen nasılsın, iyimisin" der gibiydi. Hayır, aslında erken tatil yapıp yapmadığımızı anlamaya çalışan basit bir sorguç gibi yüzünü yüzüme yaklaştırmış, mimiklerimi anlamaya çalışıyordu sadece. Bense üç gündür astım krizleriyle boğuşmakta olan kızımı, kısa  nefes alışlarını, hemen kortizon iğnesini dayayıp kolay  bir çözüm sunan doktora direnişimi hatırladım, ve birden, ağlamak üzere olduğumu hissettim. "astımı var, olmuyordu uzun süredir, kurtardı artık diye düşünüyordum" dedim ama bu son kelimede artık dudaklarım titremeye başlamıştı ve koskoca kadın sıfatıyla ağlamamak için büyük bir güç sarfederek sustum. Öğretmen sorguç bakışlarından şaşkınlık bakışlarına geçerek yüzümü aynı mesafeden incelemeye devam etti, bense camdan dışarı bakıyor, başka bir şeyler düşünmeye çalışıyordum, bir soru daha sorsa önümde ki koltuğa çöküp zırıl zırıl ağlayacaktım. Anlamış olmalıydı ki bir annenin kendini iyi hissetmesini sağlayacak doğru cümleyi sarfetti. "Çok okuyor sanırım . Hem öyle sadece roman hikaye  gibi şeyler de değil sadece, ansiklopedik bilgi okuyor sanırım, öyle mi?" Gözpınarlarımda birikmekte olan gözyaşı damlası eriyip gidiverdi düşmek yerine, gülümsedim. "evet seviyor okumayı." Birkaç güzel cümleyle daha devam ettikten sonra,Müdür yardımcısı telefon konuşmasını bitirip telefonu kendisine uzattığından sustu. "Rapor verdiler ama bugün sanırım Beden dersinden değerlendirme yapılacakmış, nasıl olacak, karnenin alınmasına da 3 gün var" diye geveledim. Müdür yardımcısı babacan gülümseyişiyle "notlar çoktan verildi, öğretmeni notları teslim etti zaten, geçmiş olsun" dedi. İyi günler dileyip acele çıktım odadan. Arabaya yürüdüm. Koltuğa oturup rahatça ağladım bir süre. Ağlamak üzere oluşuma öfkelenişimden. Otoparkçı amca gelip sağ yap sol yap tam kır direksiyonu talimatlarıyla kapalı camdan sesini duyurabilme çabalarını fark edince daha fazla direnmeyip direksiyonu tam sağa kırdım.

14 Ocak 2013 Pazartesi

Sisi kar izledi. Şehir beyazlaştı, ardından güneş açtı ve yeniden en azından biraz ısındı hava. Kar, ilk kayma deneyimimi yaşamamı sağladı ve içimdeki cehalat kaynaklı cesareti kırdı. Ardından yeniden yağdı, ama bu sefer hayat,evde oturup camın ardında keyifle kahvemi yudumla fırsatını da sunduğundan şikayetçi olmadım pek. Hatta ar damarı çatlama durumunda bir memur olaraktan mesai saatleri içinde apartman çocuklarını toplayıp bahçede kar topu oynadım. Vicdanım sızım sızım sızladı mı? Ayaklarım daha çok, o da soğuktan ve botlarım sanırım kar suyunu kaçırmayacak kalite de olmadıklarından. Varsın önceki ayın gecenin bir yarısına kadar çalışmalarımdan mahsup edilsin. Hayat işte. Az daha kolay olaydı iyiydi.

4 Ocak 2013 Cuma

Sabahın erken saatleri. Sis, yılda sadece bir kaç gün bahşettiği şefkatiyle sarıp sarmalamış kenti. Dışarı çıkmak ve ileriyi görmeden yürümek istiyorum. Saatlerce, ve dönüş yolumu kaybederek.