25 Aralık 2010 Cumartesi

"Sahi odun ateşini neden karıştırdıklarını bilmiyormusun" dedi arkadaşım. "Hayır" dedim. "Odun ateşi çok küllüdür, karıştırıp küllerin aşağıdaki minik delikten düşmesini sağlamazsan alev çabuk söner. " Yinede bilmiyordum işte. "Benide yazsana bloğunda bir gün" dedi. Peki dedim yazarım. Seni uşağın katil olduğu hikayede cinayete tam tanıklık edebilecekken sadece üç dakika önce evin önünden gelip geçen ilgisiz, şişman, yaşlı komşu olarak yazacağım hikayemde. Çok kızdı. Ben kötü adam olmak istiyorum dedi. Hem katilde uşak olmasın, başka önemli biri olsun. Bütün uşaklar önemlidir dedim. Hizmet sektörü. Mesela benim bir uşağım olmadığı için hayatta ne kadar zorluk çekiyorum. Ve üstüne üstlük gerektiğinde de katil rolü üstlenebilecek bir joker gibidir uşak. Bütün klasik hikayeler iyidir ve yeniden yazılabilir. Yeniden aynı hikayeyi yazmak. Cuma yada pasifik arafını okudunmu diye sordum. "hayır"dedi. O zaman dedim, yaşlı komşuyu klasik sanat müziği dinleyen ve hiç kitap okumayan biri olarak tarif edeyim bari dedim. Kızdı yine.

21 Aralık 2010 Salı

Dedemin evi köyün en güzel evi değildi. Ama kuşkusuz en karanlık olanıydı. Camlarının küçüklüğünden değil, ahşabın koyu renginden değil, kasvettendi sadece. Yinede çok severdik bu evi, çünkü evin her odasının ayrı bir şekli, kişiliği vardı. En çok anlamadığım lazca adlarını severdim odaların. Köy evinin kapısı genişçe bir salona açılırdı, bu salonun girişinde hemen sol tarafında büyükçe bir yemek masası dururdu. Kalabalık ev halkının çocuklar ve torunlarla bir araya geldiklerinde rahatça oturabilecekleri kadar. Sağda pencerenin hemen kenarında hep dedemin oturduğu, başka kimsenin ucuna bile ilişemeyeceği, o olmasa da oturamayacağı divan. Tam cam kenarında dururdu. Bu divanın karşısında da bir ikinci divan vardı, diğerinden daha uzun ve geniş olan ve kalan ev sakinlerinin oturduğu. İki divanın ortasında annemin içinde hep ekmek pişirdiği kuzine soba dururdu. Bu sobanın ince demir bir çubuğu vardı, babaannem bu çubukla içindeki ateşi karıştırırdı, neden yaptığını hiç bilemezdim. ama kuzine sobanın minik ön bölmesi açılınca pişmekte olan ekmeğin nefis kokusu dolardı odaya, yada ateşin hemen üzerindeki birbirine geçmiş üç halkanın en küçüğü demir çubukla kaldırılıp kenara konur, tam üstüne çay demlenirdi eski alüminyum çaydanlıkla. Evin iki değişmez kokusu çay kokusuyla ekmek kokusuydu. Bu geniş salona açılan üç kapıdan en sağdaki babannemin odasıydı. Eve sonradan yapılmış eklentilerden en yenisiydi ve bu yüzden de adı bile yoktu. Sadece babannemin odasıydı orası. Aslında genişçe bir oda olmasına rağmen bir zamanlar babaannemin gelin olduğu dönemlerde yapılmış ve diğerlerine bahşedilen isim bu odadan esirgenmişti. O yüzden de daha aydınlık ve genişçe olsada evin en az makbül odasıydı. Diğer kapı bir tür kiler yada depo olan bir hayli geniş bir hole açılırdı, holün ucunda iki kapı vardı, biri "mabeyn oda" diğeri içinde eski usül alaturka tuvaletinde olduğu bir banyo. Bu Mabeyn odanın iki kapısı vardı. Diğer kapı "harati" ye açılırdı. "harati" salonun üçüncü kapısının açıldığı küçük bir salondu, sağ tarafında mabeyn oda, sol tarafında iki küçük oda. Bunlardan ilki, "köşk", dedemin babasının odasıydı. Onun sağlığını izleyen zamanlarda dedem orda yatmaya başlamıştı. Zemini diğer odalardan daha yüksek olduğundan eşiği bir iki basamak yükseklikteydi. Küçük bir odaydı, ama genişçe bir yatak ve dedem evde olmadığı zamanlarda keşfedilecek hazineler saklayan kocaman bir dolap rahatça sığmıştı. Diğer oda, jilendon oda köşk'ün ikiziydi, bu oda sağlığında büyükanneye yani dedemin annesine aitti. Diğeriyle neredeyse aynı olsada büyükçe bir yatak ve geniş bir dolap nedense içinde teber yada kılıç olmadığındanmıdır, yoksa bütün kitaplar sağlığından sonra köşkteki dolaplara yerleştiğindenmidir, jilendon oda evin popüler odası değildir. Aslında en keyiflisi Haratidir, camın kenarında boydan boya bir sedir vardır ve oda da bu sedir dışında hiç bir eşya yoktur. Mabeyn oda da ise harika saklambaç oynanır, bir kapısından girilip, diğerinden çıkılır. En korkutucusu bu televizyonsuz, az ışıklı eve misafir geldiğinde haratide yada jilendon oda da yatma ihtimaliydi. Haratide yatmış olmak ciddi bir cesaret belirtiydi. "ben yattım haratide tek başıma" önemli bir cümleydi.

5 Aralık 2010 Pazar

Bu pazar nihayet kış gelmiş gibi. Eve iş getirdiğim çok nadir pazarlardan, salondaki kırmızı kanepemde kağıtlar, raporlar, pc açık, bir sürü word dosyası üstüste açılmış halde, bu yeni halime uyum sağlamaya çalışıyorum. Neyseki kış geldi, Bir an sonbaharda ilkbahara hızlı bir geçiş yapacak diye korkmadım değil. İnsan iliklerine kadar donduğunu hissetmeden yeni bir yıla girerse, yıl murdar olmazmı? Caiz değil, böylesi bir yıl başlangıcı. Onun yerine şöyle güzelce bir üşüyüp kalın paltolarla, atkılar ve şapkalarla titreyerek yürümeli sokakta. Üşümek insana yaşadığını hissettirir, varolduğunu, hala hissedebildiğini. Her zamanki manzara pencerenin ötesinde, az ağaç, çok katlı bir sürü bina. Bir kaç kelime yazıp duruyorum. Kışın güzelliği üzerine kızıma uzun bir söylev çekiyorum. Anlıyormu, yoksa annem işte deyip omuzmu silkiyor içinden çok belli değil. Yada her daim olduğu gibi benim anladığımdan çok daha fazlasını anladığı için mi yüzüme böyle bakıyor. Sonra gülümsüyor ve annesinin bu alışkın olmadığı iş kadını hallerini kendi içinde anlamlandıramadığından olacak etrafta yayılı kağıtlara resim çizmeye başlıyor. Tam çığlıklar atacakken susuyorum. Anın dinginliğine bırakıyorum kendimi. Pazar günü nede olsa. Raporlara resim çizmenin serbest olabileceği tek gün.

2 Aralık 2010 Perşembe

Yol sakin önümde kıvrılıyor, oysa ben hiç sakin sayılmam, direksiyonu tutan elim titriyor, alnımda sıcak yakıcı bir damla ter aşağılara süzülüyor, oysa kış başlangıcı, gaza bastıkça hırıltılı sesler çıkarıyor motor, ben öksürüyorum. Sigaramın dumanı açık pencereden savruluyor, hınç mı öfkemi bir bişey sanki göhüs kafesimde tekmeler atan küçük bir cüceye dönüşmüş, ne yada neden olduğunu bilmeksizin, sağ ayağımı gaz pedalına daha bi bastırıyor. Neden sonra şehir bitip yerine ıssız bir arazi başladığını fark ettiğimde içimden hah işte diyorum. Hadi bakalım. Buradan nasıl dönülür ki. Dönmek, çok geçmeden kaybolup gitmedne fazla dönebilmek. Yada işin içinden çıkılmayacak kadar gitmek. Korku olmasa, az daha sadece biraz daha cesaret olabilse. Korku karlara bulanmış araziyle tavan yapıyor. Burada kalacağım. Kamyoncular cesedimi yol kenarına atacaklar. Gömmeyecekler bile, öylece bırakıverecekler. Arabayı ateşe verecekler. Ama nasıl? Bir araba nasıl patlama kıvamına getirilir. Bir kere araba dediğin kıvama gelmez zira sıvı değil. Yinede patlayabilir. Ya tekerim patlarsa? Korku arazide serbest kalan birşeydir. Serbest radikaller gibi birşey. Birde serbest olmayan hep daralan darlanan radikaller vardır. Bu birinci sorunun cevabı değildi aslında. Sadece dönmeyebilecek kadar gitmekle ilgili idi. Gözlerini kapat. Sakın kapatma. Sen buralara ait değilsin. O yüzden de toprak, yol, tek tük ağaçlar hatta asfalt yol bile yadırgıyor seni. Hayır. Nefes al. Her daim en gerekli eylemdir. Nefes almaya devam et.

1 Aralık 2010 Çarşamba

Aralık Güncesi 1

Neden Okumalıyım?

Birinci soru.

Dün çok berbattı. Hani mesai başlar ve ilerlerken öyle bir hal alır ki artık akşamın nasıl biteceğinden duyduğunuz kaygıdan gittikçe daha fazla çapraşıklaşmakta olan hali çözemez hale gelirsiniz. Telefonlar, talepler ardı arkasına kesilmeyen uçuşan bir sürü belge. Tam da o sırada bozulan fotokopi cihazı, toneri biten yazıcı tuzu biberi olur. Evet yetiştiremiyorum. Yapamayacağım. Olmayacak. Yinede günün sonu atlayıp zıplama becerinize göre görece iyi bir şekilde biter ve ofisten çıkıp arabanıza bindiğinizde trafik de hala bir keşmekeş halini almamışsa kendinizi şanslı hissedersiniz. Dün berbattı. Ama yinede günün sonunda direksiyon başına geçmiş dar sokaklarda cambazlık ederek ilerlerken kendimi yorgun ve iyi hissettim. Buda bitti. Bugünü de atlatıyorum. Zaman. Neyseki geçiyor. İşte tam da o sırada bugüne kadar kendime hiç sormadığım bir soru kafamda belirdi. Neden okumalıyım? Neden okuyorum?
Hiç böyle bir sorunun benzeri bile aklıma gelmeyecek yaşta başladım okumaya. henüz okuma öğrenmeden önce. Benden 15 yaş büyük kuzenimin kabusu gibiydim. Eve her gelişinde elimde tuttuğum kitabı ona uzatıp bana okuması için yalvarırdım. Aslında o kitabı mı seviyordum yoksa ön dişlerinden birinin diğerinin üzerine hafifçe geçmiş olmasındanmıdır kimbilir nedendir okurken çıkardığı sesi mi seviyordum hatırlamıyorum. Okumayı öğrenene kadar kuzenim okudu. Çünkü kuzenlerin en küçüğü bendim ve sevimliydim ve kendimi birkaç evin ve aslında tüm dünyanın prensesi sanıyordum. Sonrasında okumayı öğrendiğimde artık kimseden rica etmek zorunda kalmayacağımın sevinci ile evdeki büyük kütüphanedeki kitapları yavaş yavaş indirmeye başladım. Önce çocuk kitapları. Bunlar neden okuduğuma bir cevap getirmiyorsa da hatırlanması hoş anılar. Öyleyse neden okuyorum? Aslında amaçsızca okudum çok uzun zaman. Sadece okumaktan hoşlandığım için. Son bir kaç yıla kadar. İki temel dürtü ile; merak ve haz. Şansım babamın kütüphanesinin muhteşem oluşuydu. Bütün temel okunması gerekenler. Her baba birşeyler miras bırakır. Benim babamın mirası bırakabileceklerinin en iyisiydi. Bu yüzdende kitapların hepsinden haz aldım. Sadece haz duyduklarımı okudum ve keyif içinde bir diğerine geçtim. O daldan bu dala keyifli sıçramalar dışında ciddi aklı başında bir okuma sürecine girmem gerektiği düşüncesine kapıldım niye sonra. Ama bu düşünceye kapılmak ne getirdi? Hiç. sanırım hiçbirşey. Sanırım kişinin kendini tanımasının en önemli parçalarından biri en temelinde ne kadar ciddiyetsiz olduğunun farkında olmak. Yinede ben neden okumalıyım? Oysa bunu düşünmeme gerek yok. (Hiçbirşeyi düşünmeme gerek yok, nasılsa koşturmaca içinde sürdürülecek bir hayat var, daha eve gidip , gündelik can sıkıcı işler arasında kaybolmalıyım)

14 Kasım 2010 Pazar

Gece çok soğuk olduğu için pijamanın üstüne giydiğim iki kat hırka ve polar battaniye işe yaramıyor. bu yüzden zaten pek de gerekli bulmadığım battaniyeyi mavi koltukta bırakarak balkona çıkıyorum. Gecenin üçüncü sigarasını yakarken karşıda karadenizin hemen üzerinde yükselen sapsarı yarımayı izliyorum. Denizini üstü aynı renkte yakamoz. Dumanını ileriye doğru üflerken seneye bu vakitlerde hangi şehirde olacağımı düşünüyorum. Burası? Geldiğim yer? Yada bir üçüncü ama umulmadık beklenmedik şehir. Şehir mi ilçe mi yada köy mü? Yorgunluktan aslında biliyorum. Anneme erken yatacağıma dair söz verdim. Oysa yatmak her daim uyumak anlamına gelmiyor. Bu gerçeği annemin hiç bilmediğini sanmak ancak bir çocuğun yapabileceği bir aptallık. (Çocuğunun?).
Bir anda etrafımdaki herkese ama herkese bağırırken buluyorum kendimi. Bu sinirli halim birden ani bir gevşeme ile kahkahaya bırakıyor kendini, gün ortası, pazar yeri, hem uyuzlanmış, sinirden kısa saçlarım diken diken kabarmış halde, hem gülmemek için dudaklarımı büküyorum parmaklarımla kapatarak. E tabii ki kadın dediğin uluorta gülmez. Hele yani tabir boşanmış ve geçkince olanı hiç. Ayıp bu yaptığım düpedüz biliyorum. Elimde değil. Yada tam tersi elimde mi?
İlçeye akşam çok erken geliyor , hepimiz eh ne kadar geç olmuş sahi diye düşünerek bakıyoruz gökyüzünün akşam kızıllığına. Öğle pas geçmiş ikindi ışık hızında. Geriye akşam üstü kalmış. Uzunca yaşanacak. Bir de gece var tabii ki. Erken yatmalıyım . Söz verdim oysaki.

30 Ekim 2010 Cumartesi

Ve tepeleme acı, hırs, intikamla dolu herkes gibi Melek de kendine yapılan bu haksızlığın, böylesine kısa bir ömür biçilmesinin farkında olmak, böylesi bir bilginin gereksiz bir zamanda kendisine verilmiş olması haksızlığının yarattığı öfke ile güç bulmaya çalışıyordu. Oysa hastalığı, ki bu hastalık da sayılmazdı, O hasta değildi, sonradan edinilmiş bir rahatsızlık değil di ki bu, doğuştan gelen kusurunun tamda bu kelimede onu terk edişiyle –güç- yatakta uzanmış halsizliğine çare bulmaya çalışıyordu. Elini kaldırmak bile istemiyordu. Çok çok yaptığı ekmek arabasının durduğu kavşağa kadar yürüyüp ekmek almaktı eskiden. Neden sonra evinin önündeki yoldan kavşağa yürümek onu o kadar zorlar hale gelmişti ki akşamları günboyu tarlada çalışan annesi geldiğinde, sanki bambaşka bir hayatı yaşamayı hayal ettiğini anlatır gibi içten ama umutsuz “ekmek arabası keşke kavşaktan dönüp evine önüne kadar gelseydi değil mi anne” demişti. Annesi zamanın bu kadar çabuk geçmesine, sürenin böyle insafsızca hızla tükenmesine öfke ile zar zor yutkunmuş, anlamış, incecik kaşlarını çaresiz kaldırmış, “he ya” demişti, sonra öfkesini gizleyemeden “başka..” diye eklemişti. Annesi babası ve erkek kardeşi tüm gün tarlada, yarıda çalıştıklarından Melek bu küçük iki göz evde, pencerenin yanına çekilmiş yatağında yatarken ve aslında iyi olmayacağını halsizliğin bedenini daha da kuşatacağını bilerek ama yinede bunu hiç dillendirmeden “dinlen de iyileş kızım”larla başlayan sevgi, şefkat, kırık dökük sızlatıcı cümleleri eşliğinde yanı başına koyulmuş, en son çay sürümünden gelen paranın büyük bir kısmı ile alınmış dizüstü bilgisayarı ile oyalanırdı. Aslında pencerenin dışında aşağıdaki büyük yolla iki karayemiş ağacı görünürdü. Melek daha eskilerden çocukluk günlerinde kaldığı denizin hemen yanıbaşındaki diğer evlerini hatırlardı ağaçlara bakınca. Küçük bir tepenin üstünde altından geçen yolun hemen ötesinde uzanan karadenizle sessiz sakin sabahları. Bazı yaz günleri, ev sahiplerinden birinin torunu, onun “şehirli” arkadaşı gelirdi. Karayemiş ağaçlarını, hiç onun kadar suda kalamasada beraber denize girişlerini uzun uzun hatırlardı yatağında. Bazen geçmiş, çocukluğuna ait bir günü bütün ayrıntılarıya hatırlayabilmek neredeyse evin biraz ilerisindenki pınara koşa koşa su içmeye gidebilmiş gibi mutlu ederdi onu. Evin sessizleştiği sabahın erken vakitlerinde önce hangi günü baştan sona hatırlamayı istediğini düşünürdü.Bunlar iyi anlarıydı. Bir de saatlerin tükenmek bilmediği ikindi vakitleri vardı. Hep bulutlu gökyüzünün zaman zaman hırçınlaşıp grileştiği, denizi göremese de kabarıp dalgaların yolu dövdüğünü hissettiğ zamanlar. Sahil yolu. İçinden ilçe geçen sular. Her derenin kenarında bir köy. Daha büyükse su, ilçe. Daha da büyükse şehir. Uzun yolculuklarla hastanelerine gittiği şehirler. Hastane kokusu. Kan alan kan veren asık suratlı yaşlı hemşirelerle dolu. En çok aldığı havanın artık onun için oksijeni olmadığını hissettiği zamanlar. Durup bir soluklanma hayatının uzun vakitleri neredeyse devam etme ile atbaşı gitmişti. Şimdi hatırladıkça içini kızgınlıkla dolduran çok nadir iyi hissettiği anılar. Ekmek arabası köşeden evinin önüne dönse. Hayat 18inden sonra da devam edebilse.

28 Ekim 2010 Perşembe

Herşeye rağmen bir günü daha hasarsız atlatmış sayılırsın. Dizlerin yorgunluktan biraz halsiz hissetse de, hadi canım, oturup sigaranı yaktığında kendini bu akşam yemeğini ve kızının günlük okul problemlerini bir şekilde çözdüğün için biraz (ama sadece biraz) iyi hissediyorsun. Yinede daha iyi günlerin olmuştu. Omurganın etine saplı duran onlarca bıçak gibi sırtını sızlatmaması için taktığın o aptal manyetik silindirli korsen bile daha az işe yarıyor sanki. Omurgan zamanında spor yapmadığın ve yeteri kadar güçlü olmadığın için seni cezalandırıyor aslında. Omurganla kişiliğin uzun zaman savaş vermişti ve onu ehilleştirebildiğini sanmıştın. Kimi? Omurgan senden bağımsızdır. Ehilleştirilemez. Beden muhtelif ağrılar ve sızılarla karşı koyar her daim. Bedenin hayat koşullarına, alışkanlıklarına, kişliğine karşı koyuyor. Oysa hayatında hiç spor yapmamış olmak ve günde iki paket sigara içmek senin kendi tanımlamana uygun. Öyleyse problem ne? Biraz dinlenmelisin. Yada hayır. Aslında tam tersine. Biraz çalışmalısın. Birşeyler yapmalısın. Hayır, bu da değil. Biraz daha çalışmalısın. Nereye kadar? Ne için? Belkide "kendin" tanımlaman sorunludur. Bu, insanın yaparken mutlu olduğunu sandığı şeylerden fazlasıdır belkide.

26 Ekim 2010 Salı

Bana bak av mısın avcımısın nesin ismailmisin nasıl borç çıkarmışsın öyle bir kıytırık ptt hizmeti için dedim. Yok aslında demedim. Sadece, sessizce, beni bir başka sese aktaracak olan sekreterin “lütfen bekleyin” ricasına itaat ederek bekledim. Telefonun aktarıldığı kişi tabiki bana gelen ihtarname de adı geçen kişi değildi. Gençten bir ses, dosya numaranız diye sordu yılgın, yorgun sıkıntılı. Yağmurlu ikindinin ağırlığı üstünde. Av ismailin yada bir başkasının fırçasını yemiş de sanki bu onu üzmek yerine hay ben bu hayatın demişti içinden. Umursamamış ama yılmıştı. Arka planda pek de net gelmeyen radyoda yanıkça bir türkü. “sizi 2007 yılında aramışız. 2008 de bulamamışız.” Önünde duran dosyadaki kağıtların hışırtısı. Aslında size hiçbirşey yapamıyoruz der gibi duraklayarak konuşuyordu. Ne adresiniz var, ne adınız doğru tam olarak. Biz biz sadece.Dosyada neler yaptıklarını anlatmaya çalışırken ses, öfkem, şaşkınlığım diniyordu. Son cümleyi tamamladığında sessizce bir şey dememi bekledi. “Ödeyeceğim” dedim kendi kendime şaşırarak. “Bir onbeş gün sonra”. Yazdığınız yasal olarak bir anlam ifade etmeyen mektup da belirttiğiniz gibi yedi günlük bir süre vermek gibi bir hakkınız olmadığını biliyorum. Ama Ödeyeceğim. ”Peki” dedi yılgın ses. “Not alayım” Sonra kalemini kağıda bastıra bastıra birşeyler çizmiş olmalı ki kuru yalın bir karalama sesi duyuldu. “Birde irtibat telefonu alabilirmiyim sizden” Telefonu kapattığımda kendimi iyi hissediyordum. Açık duran pencereden yolun ötesindeki kiremit rengi apartman görünüyordu. Üçüncü katında bir adam cama yaklaşmış izliyordu yağmuru. Yılgınlık bazen insanı yatıştırabilen birşeydir. Yada yorgunluk. Mesleki başarıların gizli sırları.

12 Ekim 2010 Salı

3.

Mutfakta böyle oturmak iyidir. Elde yıkanması gereken tencere-tava yıkanmış, tel bulaşıklıkta yerini almıştır. Bulaşık makinesi bir fasıl doldurulmuş, çalıştırılmış, programı bitip durduğunda kapağı havalanması için az açılmıştır. Sığmayan üç beş bardakla tabak, tezgahın bulaşık makinesine yakın olan ucunda yerleştirilmeyi beklemektedir. Ocağın üstünde çorba dolu tencere ile altı yeni kapatılmış çaydanlık yanyanadır. Öğle yemeği ile kahvaltının kifayetsiz yakınlığı.
Kadın ince belli bardağından çayını yudurmlarken henüz kurumamış bordo ojelerine bakmaktadır. Tırnakları kadınsı, uzun, şekilli olmaktan uzak, dalga dalga ve künttür. İnce tırnak tabakasını çevreleyen deri sürekli dişlenip kanatıldığı için minik yaralarla doludur. Oysa ince parmaklı uzun elleri vardır. Neredeyse güzel denebilecek, neredeyse kadınsı. Ama tırnakları yayvan ve ince bir tabakadır, kadınsılıktan uzaklaştırır bu naif eli. Tırnaklar iyice törpülenip manikürden yeni çıkmış bile olsa daha çok el işçilerindekini andıran küntlüğü ile bağırır, bu ele ait değilim. Bu yüzden kadın bordo ojeler sürer, çok koyu, kesif bir renk. Belkide aynı anda hem ojenin hem asetonun kokusunu sevdiğinden. Sadece evde zaman geçirebileceği anlarda bunu yapar. Evin dışında ise ojesizdir, tırnaklarının ellerine ve genel olarak hayatına verdiği biçimi kabullenmiş.
Kadın bardağına bakarken gücünü tükenmiş hissetmektedir, daha günün mutfak işleri kısmı bile bitmemişken. Neyseki bordo ojeleri kurumuştur, ağır kalın bir örtü gibi tırnaklarını kapatmıştır.

sevda üzerine.

SEVDA ÜZERİNE SOHBET.

doc (02:31):
*özel o kadar şey var ki
*aslında bi insana bu sana özel diyebileceğimiz o kadar az şeyimiz var ki
*mal mülk para pul makam bilgi zevk
*bunların hepsi bi yerde boşa çıkıyor
*çıkmak zorunda
*zira bunlar yanılsama çoğu zaman
*eger konu bi diğeri ise
*konu insansa
*biriyse
*tek gerçek var bence
*"sadece ona özel" ne var bende.. ve "bana özel" ne var onda
*sevgin sevgisi.. diyemeyiz.. bu yalan zira
*baska bişi olmadıgı anda sevgi denir
*sevgi bi bütündüğr
*parçalardan bahsetmeden bütünü göremezsin bazen
*parçalar yoksa da bütün yalandır

özlem (@) (02:33):
*sadece ona özel yada bana özel
*hissettiklerin olabilir belki..

doc (02:33):
*işte onu diyorum
*bu yalan
*evrensel bir modern yalan
*his deneyimsiz olamaz
*yalandır yalan
*bu kocaman bi yalan
*bunun bi yalan oldugunu değil.. bu kavramın bi yalan oldugunu teorik olarak bile ifade edemez insanlar
*zira
*zira
*o yalandan başka özel hiç bir şey yoktur pek çoğunun
*bu şehirde
*bu ülkede
*ve dünyanın pek çok yerinde
*gidebileceğim halde gitmediğim
*"ona sakladıgım" yerler var
*belki hiç gelmeyecek olan ona
*tatmadıgım şeyler var
*suşi mesela:)
*okumadıgım kitaplar var

özlem (@) (02:35):
*:)

doc (02:35):
*izlemediğim filmler var
*stephan micus un dinlemediğim 45 liklerini paketiyle bekletiyorum
özlem (@) (02:35):
*:)
doc (02:35):
*"seni seviyorum" sakladıgım bi cümledir
*bir insanın
*bir ilişkiye
doc (02:36):
*tüm serveti budur
*gerisi yalandır
*servetim 2 film 3 kitap 5 gezi
*bak değerim bu
özlem (@) (02:36):
*daha ne olsun :)
doc (02:36):
*insanlar bunu itiraf edemezler
*etseler kendilerini ateşe verip yakmaları gerek
*oysa
*o diye biri var ise
*"o" nun hak ettiği daha fazlası olmalı
*her şeyden biraz azı olmalı
doc (02:37):
*kokuyu o tanımlamalı
*tadı o vermeli
*nefesi onla almalı
*onla ögrenmeli
*bilgi maceran onla olmalı
*onla varsıllaşmalısın
*asıl servetin o olmalı
*bu yalan aşklar dünyasında bu dediğim pek ironik
*zira ne o var
*ne bu
*ama aslolan bu.
*tabi ki ardında koştugum böyle bir hayal değil
doc (02:38):
*ama olabildiğince "bana özel" bişi bulabileceğim
*kendime ruhunda yer açabileceğim bir şey hayal ediyorum
*zihninde değil aklında değil.. gönlünde
*bir insanın aklını allak bullak etmem çok kolay biliyosun.. zihnini kendime sabitlemem de kolay
*kendime aşık dahi edebilirim
*ama bu değil ki iş?
doc (02:39):
*benm onda ne yer bulabileceğim?
*bendeki gürültüyü absorbe edip.. sesimi duyulmaz.. elimi kalkmaz kılabilecek.. ışığı absorbe edebilecek bir bakış... o sadelik
*hepimiz bunlarla donanımlı çıkarız evimizden
*talan ederiz kendimizi
*harcarız itin çakalın elinde
doc (02:40):
*deneyimleriz hayatı
*deneyimler bizi iyi etmez aslında fakirleştirir.
*fakirleriz
*ve herkes fakir olunca o fakirliğin bi önemi olmuyo
*6 milyar insanız
*koyu yeşil zümrüt sadece 2 bin kadar insanda var
*geri kalan 6 milyarın umrunda mı?
özlem (@) (02:40):
*:)
doc (02:40):
*zümrüdümüz olmadan yaşıyoruz
doc (02:41):
*işte o saflık da zümrütten daha az
*umrumuzda olmadan bu fakirliğe aldırmadan devam ediyoruz.
*son zamanlrdaki en önemli konuşmamdı bu:)
özlem (@) (02:41):
*güzeldi :)
doc (02:42):
*bunun için yapabilecğeim bişi yok maalesef
*geri alabileceğim bir şey değil bu
*tamir de edilemez
özlem (@) (02:43):
*hayat..
*bu çağ böle bi saflık bırakmıyor...
doc (02:43):
*o nedenle
*kayıp zenginliğin yerine
*his palavrası:)
özlem (@) (02:44):
*:)
doc (02:44):
*her ay o özel hissi yaşarlar birine:)
*he 3 ayda bir
*ya da her sene
özlem (@) (02:44):
*:))))
doc (02:44):
*ama hepsi özeldir
doc (02:45):
*hepinizi ayrı ayrı özel sevdim<:)
doc (03:09):
*sana annattıklarımı yayınlayacan mı sitende:)

11 Ekim 2010 Pazartesi

Kasım.

Çıplak ayaklarımı şişman berjerin köşesine doğru sallıyordum. Her seferinde ahşap ayağına çarpmasına ve kırık yeri incecik sızlamasına rağmen. İkindi vakitleri. Evde hiçbirşey yapmayabilmek lüksünden bunalmış, karşı binanın çatısını izliyordum. Ev devasa bir üçgendi aslında, tepesi kapı ile sonlanan. Ev Apartmanın 6cı katındaydı, ve apartmanda şehrin en gürültülü sokaklarından birinde. Yinede ahşap çerçevelerden sızıp gelen yağmur ve toz kadar ses de insanı rahatsız etmiyordu. Alışıyordu insan. Evin eskiliğinden buldan perdelerin kalınlığına. Kapat gözlerini ve böyle kal. Salı sabahı misafirlerin gelecek. Yanmayan kaloriferler. Her daim soğuk, biçimsiz bir ev burası. Elimdeki kitabı sehpaya bırakıp ayağa kalktım. İlk taşındığımız günlerde açıkta duran kabloyu televizyonun arkasına bağladık ve birden bir sürü kanal çıktı. Bu küçük, garip isimsiz bir mucizeydi aslında yorgunluğumun üstüne. Sonra ki günlerde televizyonla biçimsiz ilişkim gündüz, gece ve istikrarsız saatler boyunca sürdü gitti. Kafamdaki tek soru işaretinin günlük alışverişimi alt sokaktaki marketten mi yoksa hemen köşebaşındaki bakkaldanmı yapmam gerektiği konusu olana dek seyrelttiğim biçimsiz hayat. Birkaç adım 55 ekran televizyona doğru. Kayınvalidenin beşyüzbin kupon biriktirip, sonrasında da ciddi mücadelerle kimbilir nerelerde o kuponların karşılığını almak için beklediği ve karşılığında alıp çeyiz olarak oğluna verdiği televizyon. Hiçbirşeye itiraz etmemiştim. Sadece bu semtte ve bu şehirde yaşamak istemiştim. Ve bu apartman dairesini kiralamadan hemen önce müstakbel eş adayı ve emlakçı ile birlikte dış kapıdan hemen içeri girdiğinde insanın karşısına çıkıveren geniş sahanlıktaki boy aynasında kendi görüntümün, ama nedense o anki değilde çok sonraki bir andaki görüntümün acıyarak ve yorgunluktan bitmiş bir ifadeyle yüzüme baktığını göre göre. Kader çizgisi zaman zaman helezoniktir.
Evin en güzel yanı akşamları izlenen bitip tükenmez yabancı dizileri değil, Pazar günleriydi. Üç gazete alınır, az resimli ve bol ekli olanlardan, sessizlik ve kahve eşliğinde tüketilir. Hiç konuşulmadan ve ara ara parmaklara bulaşan boyaları temizlemek için banyoya sükut dolu sortiler yapılan. Okuduğumuz şeyler üzerine konuşmazdık. Çünkü eşim için konuşulacak şeyler konuşulmuş, yazılacak şeyler çoktan yazılmıştı ve bitmişti. Üzerine söylenebilecek, yada anlamaya çalışılacak bir şey kalmamıştı. Hele benimle yada bana. Bir akşam; içgüveysi olarak gittiği boğaz kenarındaki evinde konuk olduğumuz, amerika’da sinema ve televizyon üzerine mastır yapan arkadaşı en sevdiği türk yönetmeni sorduğumda kısık kıstırılmış gülümseyişiyle “sinan çetin” diye cevaplayınca, yüzümde beliren dehşetengiz tiksinme ifadesi kendisinden başkası tarafından anlaşılacak diye sıtmaya tutulmuş gibi konuşmaya başlamıştı. Eşim nadiren konuşurdu. Ama hep kaygı duyardı. Ve bu kaygının tek bir odağı vardı, işi. Hergün işten atılacağını, bir sürü hata yaptığını söylerdi. Bu diğer işarkadaşları ile buluştuğumuzda da tek konu olurdu. Öyleysine teknik konulardan sohbet açılırdı ki, sigara içmek için başka bir yere geçtiğimde –çünkü ben hariç kimse sigara içmiyor olurdu- kendime tiryaki olduğum ve buda bana dayanılmaz ziyaret sırasında nefes alıp yalnız kalabilecek bir ara şansı verdiği şükrederdim.
Birkaç kanal arasında gidip gelirken, beş esaslı adım daha attım. İyi bir ev kadını olamamıştım. Akşam yapacak bir yemek gelmiyordu aklıma. Yürümeye devam ettim. Günün geri kalanını aynı şişman berjer üzerinde geçirebilir, sadece karşı çatıya konabilecek martıları bekleyebilirdim. Bu kendine ait gereksinmelerin tümünü bir başkası tarafından karşılanabilmesi lüksünü elde etmemi sağlayan kalınca yüzüğün parmağımdaki ağırlığına aldırış etmeden uyuklayabilirdim bile. Oturdum. Gözlerimi kapattım.

29 Eylül 2010 Çarşamba

Uyumam gerektiğini biliyorum. Önce sakince evin içinde dolandım bir süre. Eğer uyuyamazsam, yarın bugünden kötü geçecek. Eminim. Süt iyi gelir, bunuda biliyorum. Ama ılık olmalı. Ve tabiiki bu kadar sigara içmemek de işe yarayabilir. Acıyan gözlerle salondan yatak odasına onbeş adım yürüyorum. Geri dönüş yirmi adım, salonda televizyonun yanına kadar gittiğim için. Açık tv kanalları arasında nahoş bir gezinti. bir belgesel kanalı ve hiç durmadan dizi yayınlayan bir başka favori kanalımda da umut yok. Pek beceriksiz bir csı versiyonu, kalın kaşlı bir kadın, kaşlarını kaldırıp çattıkça çok derin fikirlere mazhar olduğu sanılgısını yaratmaya çalışan. Berbat bir yüz aslında. Belki de çekicidir. Bilinmez. Yürümeye devam ettim. 8 adım. banyonun karşısı. Her iyi çalışan gibi makyajımı temizlemeliyim. Oysa ellerimle gözlerime bastıra bastıra ovuşturarak sabah sürdüğüm ve her nasılsa hala kalabilen siyah rimelimi, baskının şiddetiyle akacak gözyaşlarımla yüzümün her tarafına bulaştırararak yaymayı tercih ederim. Daha kolay bir temizleme. Yaymak temizlemekmidir? Aslında gerçekten çok kötü geçen bir gün değildi. Yorgunluk ve sabahın köründe yarım kalmış bir rüyadan saatin sevimsiz alarmıyla çekilip alınma hai ile uyanmştım. Bana beş saatten uzun gelen ama aslında iki saati zor bulan bir süre minicik bir taburede oturup zor zamanları olduğunu hissettiğim iki arkadaşıma gereksiz şebeklik yapma çabaları içinde çay ve sigara içmek. Bu caddenin bende anıları ne kadar farklıydı oysa. Bu oturduğumuz yer minicikti, daha o zamanlar bu genişçe camekanlı yer eklenmemişti, ve biz orada hiç oturmamıştık, oturan kitleye anlamsız, küçümser bir bakış atarak daha ilerilere açılırdık. Hepçek. Heptek. Hoptek. Başım dönüyordu birde tabii. Birde alnımın tamda sol kaşımın üstüne gelen tarafını yeniden çarpmıştım, bundan onbeş gün kadar önce çarptığım gibi. Neden ısrarla aynı yeri "yanlışlıkla" vurduğuma bilinçaltı bir açıklama getiremeyerek ama en azından daha hafif bir darbe oluşu ile teselli etmeye çalışarak kendimi volta atmaya devam ettim. Bir evin odalarının adımla ölçülebilmesi çok eğlenceli birşey. Birde insanın gözleri kapanırken yazabilmesi.

26 Eylül 2010 Pazar

E ne olsun birde baktım ki onun cümleleri, benim klavyemden dökülüvermiş, ekranın beyazlığında simsiyah harflerle hemde, nasıl oluyor, nasıl uyuzlandım kendime, öfke duydum, ayağa kalkıp birkaç tur attım odada, salonda yatan sessiz misafirimin uykusunu bölmeme namına odadan çıkamadım, huysuzlandım, yürüdüm geri döndüm masama doğru beş adım. Yeniden beş adım. Kızım yarı uykulu elinde yastığı kapıyı araladı, yüzüme bir baktı kaçamak, tepki veremeyecek kadar huzursuz halimden yararlanıp yatağa yerleşti, yorganın içinde kayboluverdi aniden. Sırtımın ağrısı coşmuş, gözlerim 3 numaradan beşbuçuğa zıplamıştı kurumaktan, limbal yetersizliğin doruk anları. Kapat gözlerini. Uyusam da bir saat sonra yeniden uyanmalıyım. Yapmalıyım. Etmeliyim.

Gece boyunca o minik masanın iki ucundaydık. Sessizce dinledim onu. O yolda gitmeyi sevdim. Tekrar gitmek istedim. Çok tenha ama. Korkak yanım ile Gitme yanlısı yanım savaş edecek. Tembelliğim ve kıpırtısızlık isteğim kazanacak.
"okumuyor, kelimelere bakıyorsun sadece" dedi yazının sahibi. Gözlerimi kapattım bir an. Google da araştırılacaklar; ruskin, vertigo.
"rafa proust kitaplarını dizip, "ben proust severim arkadaş" deme cüretini gösteren dıngıloşlara "ruskin?!" deyiveriniz, sıcak çaya attığınız bir şekerden daha hızlı eriyip gidecektir, suya karışacak ve çayın kendine özgü kızıl kahve rengindeki o berrak tonaja bulanıklık katacaktır bozuk hamuruyla"-arsan dolay
Bende eriyecek edepde kalmamış. Utanmaksızın üstelik Susam ve Zambaklar ı da okumaya kalkabilirim. Birde farklı olduğuma dair duyduğum inanç ile barışabilsem, "yadırganacak olan benim varlığım berikininki değil" cümlesi lime lime doğramazdı beynimi.

19 Eylül 2010 Pazar

adalet üzerine adil olmayan bir sohbet

doc holliday (ci) semiaa (@) kanun adalet için konmaz:)
semiaa (@) doc holliday (ci) :)
doc holliday (ci) semiaa (@) kanun düzen için konur
semiaa (@) doc holliday (ci) haklısın.
semiaa (@) doc holliday (ci) ama ama:)
semiaa (@) doc holliday (ci) şu ayırımı yapan nedir
doc holliday (ci) semiaa (@) :))
semiaa (@) doc holliday (ci) adalet değilmidir
semiaa (@) doc holliday (ci) diyelim ki komşum benden sigara çaldı
semiaa (@) doc holliday (ci) adamın biri banka hortumladı.
semiaa (@) doc holliday (ci) ikisi arasındaki ceza farkını
semiaa (@) doc holliday (ci) adalet sağlamaz mı
doc holliday (ci) semiaa (@) adaleti uygulayıcı tayin eder
doc holliday (ci) semiaa (@) kanunlar degil
doc holliday (ci) semiaa (@) düşünen biri için bu ikisi arasında ucurumlar vardır
doc holliday (ci) semiaa (@) adaleti yasa temin etse
doc holliday (ci) semiaa (@) bilgisayarların yargılama etmesi gerekir
doc holliday (ci) semiaa (@) di mi?
semiaa (@) doc holliday (ci) bu ikisi arasındaki ceza farkı
semiaa (@) doc holliday (ci) kanunlarda yazılmıyormu?
doc holliday (ci) semiaa (@) kanunlar adalet koyucunun nası hareket etmesi
gerektiğine standart belirler
doc holliday (ci) semiaa (@) düzen olsun die
semiaa (@) doc holliday (ci) hım
semiaa (@) doc holliday (ci) ana kavramlar kanunda belirlenir yafu:P
doc holliday (ci) semiaa (@) :)

senin bu konusmadaki temel engelin
maalsef
insanlıgın en temel bilgi problematiği
semiaa (@) doc holliday (ci) bilgisizsin diyorsun:)
kibar bi şekilde:)
doc holliday (ci) semiaa (@) bilgi ile olan alışverişin çok arızalı
henüz kelimeler kavramlarla olan ilişkin tanımsız
kullandıgın kavramlara hakim değilsin
bu imkansız gibi bişi artık
zira hayat bir bombardıman gibi yagdırıyor
ve kontrolsüz bir ögrenme edinme süreci
kavramların özünden kopmuş
ve doğal olarak o kopuk kavramlarla düşünen insan da savruk
modern olma iddiasındaki birisinin adalet "işleyişi" konusunda
bile fikri yok
bu yabanlık
malsef insanlıgın mahvı aslında
ama gözle görünen yine de güneşin doğmasına engel degil
herkes o gayya kuyusunda oldugu için tuhaflık yasamıyorsunuz
adaleti kanunların tesis ettiği/etmesi gerektiği gibi bir düşünce:)
bu fiilayata nası akseder 2 dk düşününce insan dehşete kapılıyor
nazilerde bile bu hayal ötesi bi aşırılık kabul edilirdi kesin
aslında ne dediğini bilsen kendine şaşırırdın:)
semiaa (@) doc holliday (ci) ne dedim hakkat :))
semiaa (@) doc holliday (ci) hala öle düşünüyorum ki:)
semiaa (@) doc holliday (ci) du ben bunun üzerine düşüneyim
semiaa (@) doc holliday (ci) dediğim ne:)
doc holliday (ci) semiaa (@) düşünüyorum değil de.. zannediyorum desen kabul edebilirim:)
:)
sana sorayım bak
semiaa (@) doc holliday (ci) evet?
doc holliday (ci) semiaa (@) kanun der ki
doc holliday (ci) semiaa (@) bir yerden bişi çalarsan hırsızlıktır
doc holliday (ci) semiaa (@) di mi?
semiaa (@) doc holliday (ci) evet
doc holliday (ci) semiaa (@) bankaya girip 10 trilyon çalarsan
hırsızlık suçunu işlemiş olursun
cezası 2 yıldan 5 yıla kadar hapistir
ve eger silahla felan etmemişsen 2 yıl yersin
anladın mı bunu
semiaa (@) doc holliday (ci) evet
doc holliday (ci) semiaa (@) gece cocugun ateşlendi.. cebinde 2 lira var...
ölecek die korkuyosun... gidip eczane vitrinini kırıp elini
uzatıp 4 liralık ateş düşürücü hap çalıyorsun
cezası 2 yıldan 5 yıla kadar
gece işlediğin için 2 yıl 6 ay yersin
işte sana kanunun adaleti
kanunlar adaleti temin edemez
kanunlar adalet dagtıcıya düzenli olması için yolda şerit çizgileri
ve işaret levhaları görevi görür
semiaa (@) doc holliday (ci) hımm
iyide ikinci örnekte mecburi bi durum var:)
doc holliday (ci) semiaa (@) değil
mecburi duruma kanun ıztırar hali der
ve ıztırar hali için
can ve namuz tehlikesinden bahseder
sen dersen ki burda can sorunu vardı
savcı der ki
gidip hastaneye yalvarsaydın
ya da kaymakamı bulsaydın
yeşil kart alsaydın
imkan varsa ıztırar yoktur der
semiaa (@) doc holliday (ci) demekki kanun adil konmamış:)
doc holliday (ci) semiaa (@) hah
böyle senin gibi düşündükleri için
kanunların dibine girmişler zamanla
ve hala giriyorlar
olabildiğince çok örneği kanuna sıgdırmaya calışmışlar
ve adalet dagıtması gereken yargıcı düşünmesi gerekmesinb
şablonu koyup uygun gelen deliği karalasın demişler
bu ise kendini ifade edemeyen
derdini anlatamayan
fırsat bulamayan
avukat tutamayan
o şablona kendi resmini denk getiremeyenlerin "haksız" ceza
almasına
o kanunları "iyi bilenlerin" paçayı yırtmasına yol açmış
işte avukatlık senin gibiler yüzünden süper bi meslek
beyaz insan adaletidir bu
gücün adaleti
ulaşabilene adalet
okuyabilene
görebilene
oysa adalet
farkında olmayanın düşürdüğü cüzdanını akşam evine
göndermek olmalı
ve bunu kanun edemez
"vicdan eder"
semiaa (@) doc holliday (ci) kişinin insafına mı kalmalı ?
vicdan
standartlaşabilecek bişi diil ki.
doc holliday (ci) semiaa (@) adalet standart olamaz
standart adalet
semiaa (@) doc holliday (ci) kadı sistemine mi dönmeli?
doc holliday (ci) semiaa (@) i.neliktir
semiaa (@) doc holliday (ci) :)))
doc holliday (ci) semiaa (@) düşünelim
adam birinin agzını burnunu kırıyo komalık ediyo
standart adalet der ki
ceza ver
ceza verilir para cezasına dönüşür genelde
günlüğü 30 liradan
6 ay ceza alsa 5 milyar eder
sadam trilyoner
5 milyar ne ki?
şimdi sen buna ceza mı vermiş oldun?
baska örnek
aynı vakadan yola çıkalım
paraya cevirmedin
yatacaksın dedin
beni içeri atsan 5 ay
ben 5 ayda zarar ederim
işim batar
e kopuk ali beni komaya soksa
lan zaten aç
içerde hiç değilse karnı doyacak
semiaa (@) doc holliday (ci) :)
doc holliday (ci) semiaa (@) sırf bunun için eden var
hangisi adalet
semiaa (@) doc holliday (ci) paraya çevirlebilip
çevrilememe de standart olmalı:)
doc holliday (ci) semiaa (@) :)
semiaa (@) doc holliday (ci) yada diyelim
adam ödeyemeyecek durumda

doc holliday (ci) semiaa (@) milyarlarca ihtimali kanunlara yazıp
semiaa (@) doc holliday (ci) 5 bin lirayı
doc holliday (ci) semiaa (@) hatta bu ihtimalleri bi prgrama yükleyip
insanlara bilgisayarlar yargılamalı o halde
en standart işi bilgisayar yapar
semiaa (@) doc holliday (ci) :)
o kadar da diil tabe:P
doc holliday (ci) semiaa (@) ne kadar peki?
ölçüsü ne?
semiaa (@) doc holliday (ci) zor soru.
ölçü belirlemek: )
doc holliday (ci) semiaa (@) :)
semiaa (@) doc holliday (ci) en baştan düşünürsek konuşmayı
uygulayıcının adil olması gerektiğini söylüyorsun.
e bende uygulayıcı diilmiyim:P
doc holliday (ci) semiaa (@) hayır
öyle bişi demedim
adaleti uygulayıcı dagıtır dedim
uygulayıcı adil olmalı demedim
aynı şey değil farkedebiliyo musun:Ç)
semiaa (@) doc holliday (ci) bide aradaki farkı görebilseydim:)
doc holliday (ci) semiaa (@) uygulayıcıya benzin pompası diyelim
ben diyorum ki
adaleti benzin pompası dagıtır
sen diyosun ki.. benzin pompası adildir dedin
dagıtımdan bahsediyorum
onun özünden degil
onun özü konu değil
adaletin nerden dagıldıgı konu
gene anlamadın di mi:)
semiaa (@) doc holliday (ci) :)
"adalet dağıtmak"
ne o zaman
doc holliday (ci) semiaa (@) yaw kardeşim
birinin yemeks ervisi yapması ile
o yemeks ervisi edenin lezzetli bi yemek olması aynı mıdır
yemek dagıtan diyorum
dagıtıcı yemek diyosun
semiaa (@) doc holliday (ci) :))))
e aslında
en temelinde bende öle kastetmişim:)
bu açıdan bakarsak :)
doc holliday (ci) semiaa (@ ) adalet dagıtıcının adil olması başka bişidir
öncelikle opnun adalet dagıtılan yer oldugunu anlaman lazım
sonrasında onun vasıflarını konusursun
uygulayıcı adalet dagıtır diyorum
ben de uygulayıcıyım diyo
komedi gibisin
arka sıradn bi seramik ustası el kaldırıp "benim de adım
kitapta uygulayıcı" geçiyo dese napcaz?
semiaa (@) doc holliday (ci) ahahhahaha
çok güldüm
ben bunu bloğa atıcam
bu sohbeti:)
doc holliday (ci) semiaa (@) at da kavramlar karşısında düştüğün çaresizliği görüp
görüp ağla arada
doc holliday (ci) semiaa (@) hani derler ya
doc holliday (ci) semiaa (@) kedi..
doc holliday (ci) semiaa (@) 40 gün aglamış:)
semiaa (@) doc holliday (ci) hı
semiaa (@) doc holliday (ci) neye ağlamış?

doc holliday (ci) semiaa (@) haha

17 Eylül 2010 Cuma

TÜRK USULÜ İZDİVAÇ
Adam kaldırımın ucunda beni bekliyordu. Orta boylu, ince yapılı, kazağını omuzlarına atmış, elini kot pantolonun dar ceplerine sıkıştırmış halde. Sakince park ettiğim arabamdan inip yanına gittim. Gülümsedi. İlk intiba önemlidir. Gülümsemeli tabi. Çok rüzgar esmese bende bana söylendiği gibi (“öyle suratsız durma işyerindeymişsin gibi, az gülümse”) gülümseyebilirdim belki. Küçük ince parmaklı elini uzattı, neredeyse benim elim kadardı elleri, dostça bir el sıkışmanın ardından kafeye yürüdük. Yaşından küçük görünüyordu, sakalları ve az kalan saçlarının çoğu kırlaşmış olmasına rağmen, belki yüzündeki muzip ifadeden kaynaklanıyordu, belki bu beyaz halin onda gümüşsü bir ışık yaratıyor oluşundan. Otururken, ne istersin diye sordu nedense, uzunca bir yoldan gelmiştim aslında sıkışık bir haldeydim. “tuvalet isterim” dedim. Gülümsedi, oturduk. Ben ayağa kalktım, içeri doğru yürürken tuvalet olması muhtemel yerin pek virane girişinden içeriyi tahmin ettiğimden hemen vazgeçtim. Gerisin geriye dönerken adamın hala kaçmamış olmasına şaşırarak, yanına oturdum. Çaylarımız gelmişti, hayli rüzgarlı bir İstanbul ikindisi, yağmur yağdı yağacak terkar, gri bulutlar yüklü, boşaltacaklar yüklerini üzerimize, karşıda marmara huzursuz, kıpır kıpır. Adam konuşmaya başladı. Efendi birine benziyordu bahsedildiği gibi. Kısa hayat hikayesini anlatırken birden telefonu çaldı. Canı sıkılmış bir bakışla baktı önünde duran telefona, eline aldı, sevimsiz huzursuz “hayır evde değilim ben. Dışardayım. Umut evde. Sonra ararım seni” deyip kapadı. Aslına benim cevap verdiği telefonlar için bir açıklama yapmasını gerektirmeyecek bir kadın olduğumu biliyormuydu, farkındamıydı, yada nasıl bir tepki vermemi istiyordu bilmiyorum, ama kapatırken gözüme ilişen isimden, konuşurken ki halinden çoktan eski eşi olduğunu anlamıştım. Gülümsedim ve birşeyler söylemesine fırsat vermeden “hissetti galiba” dedim. Savunma kaleleri düşmüş, gülümsedi. İtiraz etmeden “galiba”dedi ve kaldığı yerden anlatmaya devam etti.
Bu yaklaşık iki saat kadar sürdü. Bu arada üşüdüğüm için ve oda üşüyüp titremeye başladığı için, kalktık ve görece daha sıcak bir yerlere oturduk. Ancak ikimizde sigara içtiğimizden kapalı bir alana giremedik ve güzelce bir dondurmacının bahçesinde kahve içmeye devam ettik. Sürekli konuşuyordu ve konuşurkende yüzüme ve bedenime alıcı gözle bakıyordu. Bu durum bir hayli şaşkınlık vericiydi, kendimi üzerinde afilli bir elbise olan bir vitrin mankeni gibi hissediyordum, camekanın öbür ucundaki adam küçük oğluna bunu alıp almaması gerektiğini düşünüyor gibiydi. Utanmasa elini uzatıp sağını solunu çekiştirmeye kalkacaktı sanki. Ara ara duruyor, soluklanıp gülümsüyordu. Sanki benden bir karşılık bekliyordu onaylama yada yadırgama. Tam da bu anlarda ben başımı çeviriyordum aklımdan geçenleri anlayacak diye, yada kahveme bir şeker daha atıyordum gereksiz sessizliği “çok acıymış bu bir şeker daha atayım” lüzumsuz cümlesiyle bölerek. Beklediği buna benzer bir şey olmadığından devam ediyordu. En son sustu, artık tüm hayat hikayesi bitip son yıllara geldiğinde. Yüzüme baktı. Konu ile ilgili birşeyler söylemek zorunluluğu içinde rahatsız “hayat … zor tabii..” dedim. Sabrına hayran bırakacak birşekilde gülümsedi yeniden. Sonra açıkça güldü.
“tüm bu konuşmanın üstüne sadece bu kadar mı söyleyeceksin? Hayat zor?”
“evet.. yani.. şey.. ne demeliyim ki?”
Burada kızmasını hayal kırıklığı içinde surat asmasını yada somurtup umutsuzlukla hadi kalkalım demesini bekliyordum. Ama tam tersine gülümseyişi hiç bozulmadan adımı mırıldandı sesli, bu seferde masadaki bir tatlı çeşidi imişim gibi baktı. Bu şekilde bakması tabiki tanıştırılma usulümüze, adet ve göreneklerimize aykırıydı ama hatırlatmayı gereksiz bulduğumdan sustum.
“eğer hayatının böyle iyi olduğunu düşünüyorsan ve kafanda bir evlilik fikri yoksa bunu sürdürmeyelim. Ama düşüncen tam aksiyse ben seninle görüşmek ve seni daha fazla tanımak isterim.”
İşte her ortayaşlı kadının hayali, beyaz saçlı prensi, karşıma geçmişti, Ah dedim içimden.
“Cogito Ergusum” diye mırıldandım.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Lan dedim hayır dedim, böyle saçmalık olmaz olsun dedim, açlık, sigarasızlık, önümde uzayan giden gönlümü kabartan deniz, hemde karasından kapkaradeniz, nasıl uysal gel bana diyor sok ayaklarını önce, sonra tamamen sağaltayım seni sularımda, her duyum keskinleşmiş, bıçağa dönüşmüş haldeyim, lan dedim yine, ama beriki sallamadı hiç beni, çipil suratsız suratını eğdi sadece gözkapaklarını kırpıştırıp terli tişörtün yapıştığı sırtını döndü gitti. Gerisin geride kaldım, mahalleye giden yokuş yolun başında, biri gelse biri geçse herhangi biri fark etmez, yakasına yapışacağım, vay diyeceğim gözünün üstünde neden kaşın var adi insan, allah yarattı demiyeceğim.. Öfkeden yumruklarımı sıkıyorum, yanaklarımı dişliyorum içerden, ağız boşluğunun denk geldiği bir yerden, nasıl gider, lafımı dinlemeden etmeden, ayaklarımı toprak yola sürtü sürte inmeye devam ettim. Yer yer gözlerim kararsada, toprağa çamura bulana bulana, ilerledim, ha gayret. Bu kızgınlığı güzel bir dövüş paklar. Aşağıda şehir merkezinde kime sataşsam esaslı bi kavga çıkarabilirim bu saatte. Hele akşam üstü ilçenin pezoları yurtdışından getirdikleri tazelerin başındadır. Otellerin önünde volta atıyorlardır. Tazeler içerde. İlk burada yaparlar kariyerlerinin girişini. İyi olanlar terfi ederler. Yeniler için gelenleri vardır sırf. İyiler batıya gider. Kötüler doğuya. Kimi burada kalıp yaşamını içselleştirir. Otel odası onun kendi alanı olur. Sahile in. Biraz yürü. Nefes al. Dönecek. Yine lafını söylersin. Yutman gerekmiyor hiç birşeyi. Şeytanda diyor ki çek git. Bırak bu güzelim dağları, şu ıpılık denizi, bırak da nasıl bırakacaksın. Şöför Osman çıktı geldi birden önüme. "Pek dalgınsın doktorum" dedi gevşek ağzını büze büze. Hay senin doktoruna itoğlu dedim içimden. Kafamı salladım kaşlarım çatık. Yürüdüm. Gittim. Gidilemeyecek hayatımdan.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Söyle bana çok mu matah bir yaşamın varki kaybetmekten bu kadar kaygı duyuyorsun? Şu geçen yıllarına bak. Ne zaman mutlu olduğunu hissettin? En son ne zaman sadece kendi istediğin şeyi yaptın? Çok genel geçer kabul görmüş yargıları delip geçiyorsunda herkesin ucundan azıcık kendine yontabileceği kurallarda titizleniyorsun. Düşün. Ne için bu kaygın? Zaten eninde sonunda kaybedeceksin. Yaşamının sahibi değilsin! Sadece bir zaman diliminde tanıklık ediyorsun sana verildiği kadarına. Kimi ötesi sanır kendini, kral olabileceğini yada fahişe, yada her ikiside, yada bir katil olabileceğini sanır. Elimizde kalan yanlış tanıklıklarımız sadece. Eninde sonunda kaybedeceğin. Yaşamının tek gerçeği. Söylesene bana neden bunu kaybetmekten bu kadar kaygı duyuyorsun?

13 Ağustos 2010 Cuma

nezera viridula

Üçgündür o böcekle yaşamaya başlamıştım. Gecenin ortasında elimde kitabım küçük salonun neredeyse yarısını kaplayan orta sehpanın etrafında yürürken, aniden açık balkon kapısından girivermişti. Orta büyüklükte ve yeşildi. O yüzden belki diğerlerinden daha az rahatsız edici bir görüntüsü vardı, hızla girdi, ve sanki tüm hedefi oymuş gibi tavan lambasının helejonik kıvrımlarına teğet geçerek etrafında dönmeye başladı. İlk gece durumu umursamadım. Nasılsa er yada geç dışarı çıkacaktı, pencereden ya da balkon kapısından daha cezbedici bir ışık bulacaktı kendisine, hiç olmadı, gecenin daha ilerleyen vakitlerinde yakacağım halojen lambanın ters duran ışık ve ısı dolu çanağının gizemine ilerlerken yüksek ısıda kavrulacaktı. Acımasızca ama gerçek. Hayat acımasız bir şeydir zaten. Diğerlerini umursamamıştım, bunu neden umursayacaktım. Yinede o gece halojeni yakmadım. Yeşil böcek lambanın etrafında uzunca bir süre döndükten sonra kendine yemek masasının kenarında bir dinlenme yeri edindi ve sonrada masayı minik ayaklarıyla uzun uzun keşfe koyuldu. Bense onu unuttum. Ertesi gün akşam olmak üzere iken kanatlarının sesi ile hatırladım, hala orada idi. Bir günden fazla yaşayacağını düşünmemiştim. Bu içimde tuhaf bir merak duygusu uyandırmıştı. Genelde evde ikamet eden canlılar, iki menekşem bir ne olduğunu hiç bilemediğim ilk günlerdeki güzel küçük çiçekleri kısa sürede döküldüğünden sadece yeşil yuvarlak yapraklarıyla kala kalan bitki, çok sayıda balık ve iki su kaplumbağası, bir kaç haftadan uzun yaşamamışlardı. Yeşil böcek dişli çıkmıştı, 24 saatten fazladır uçuş hızına bakılırsa enerjisinden birşey kaybetmemiş halde devam ediyordu. Huzursuzca oturdum. Kapının yanındaki kanepenin üstüne geçti. Uzun yolunu azimle katetmeye başladı. Neden uçmuyor diye düşündüm. Belki kanepeyi tanımak istiyordu ve bunu sadece üzerinden uçarak yapamaycağını düşünüyordu. Bu yüzden de bedeni ile orantısız derece de zayıf iplikçiklerden oluşan bacaklarıyla pek zorlu bir yolu bitirmesi gerekiyordu . O kanepede pek oturmadığımdan huzursuz olmayarak halojeni yakmadım yine. Nasılsa ertesi güne kalamazdı. Ancak ertesi gün akşam olup lambayı yaktığımda tanıdık kanat sesi ile dönüp durmaya başladı yeniden. Bu sefer çok olduğunu düşündüm. Evi onunla paylaşmak istemiyordum, bencilce bu 75 metrekareyi kendime sadece kendime kurmuştum, en azından bu kadar minik bir canlıyla paylaşmayı hiç düşünmüyordum. Neyle beslendiği kafamda daimi bir soru işareti olarak kalacaktı büyük ihtimal, üçüncü güne beslenmeden nasıl ulaşabildiği. Uzunca bir süre lambanın etrafında döndü, rahatsız edici kanat sesi kesilmeden. Sonunda sinirlendim ve evimde yaşatacağım hayvanın en azından köpek yada kedi gibi daha kolay iletişim kurabileceğim bir cins olabileceğini sesli olarak söylerken halojeni yaktım. Muhteşem sarı ışığı ile halojen odayı doldurup sıcaklığı ile etrafına ısı yayarken yeşil böcek halojene doğru uçtu. Ama düşündüğümden daha zekiydi, bu zekayı fiziken neresinde barındırdığı meçhulsede döndü, döndü ama halojenin tam üstüne yaklaşmadı. Kenardaki kitaplığın en üst rafına konup bir süre gezindi. Yayılan yüksek ısının kaynağını keşfetmekle meşgul gibiydi. Sanırım bulmuştu da, eve istenmeden gelen misafirlerin en zekisi olarak uçmadan halojenden uzaklaştı ve köşedeki camın ince perdesine konarak bir süre durdu. Ama işte üçüncü gündü, ve heran o berbat kanat sesiyle yeniden uçmaya başlayabilir, daha kötüsü tembel tembel orta sehpanın üzerine yaydığım yiyecek ve içeceklerimden yararlanmaya kalkabilirdi. Hatta bunlardan birinin içine düşüp debelenmesi ihtimali de vardı ki , bu sonuçta ondan kurtulmam demek olsada bu debelenme anının benim için çok travmatik görüntüleri hafızama uzun süreli kazınabilirdi. Akıllıydı. Kabul etmeliydim. Ona göre davranmalıydım. Ve yalnız günlerime geri dönmeliydim. Yada onunla yaşamaya alışmalıydım. Kendimi yorgun ve kararsız hissediyordum. Birşey yapacak gücüm yoktu, hava çok sıcaktı, durmadan üfleyen fan bir işe yaramıyordu, banyodaki küvette soğuk suyun içinde yaşamaya özeniyordu insan sadece, ve yeşil böcekle ilgili düşündüklerimin acımasızlığı yüzünden kendimi kınayarak gözlerimi kapattım. Hafif bir uyku fanın esintisine aldırmadan beni örttü.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

"Herkes ilgi ve şefkat bekliyor" dedi ablam, yarı uyarı yarı tavsiye kaygılarıyla. "Annem, zaten çok yorgun ve yılmış bir halde, abin zaten bildiğin gibi, çocuklar, benim kız dört gözle seni bekliyor, bana bile sen teyzem gibi değilsin o ikimize de eşit davranıyor deyip duruyor. Tek tek herkesle ilgilenip şefkat, özel ilgi göstermen gerek."
Topu topu 4 gün. 4 kişiye bölünürse gün başına bir kişi. Durun, bugün sadece anneme ilgi göstereceğim. Onun sorunlarını dinliyeceğim, çözüm önerilerimi sunup, onun yap dediklerini yapacağım. Yinede tüm bunların altında kalmış ve çaresizlikten bunalmış olmasına rağmen annem, "gelme istersen, sonra gelirsin ne diye geleceksin bu kadar az zaman kalmış işte" diyor, sadece duymak istediğimi düşündüğü şeyi söylüyor, kendimi rahatlatabilmem için, her zaman hep yaptığı gibi, anne böyle birşey değilmidir zaten, feda etmek. Yaşamadım. Sadece sen yaşa diye. Yaşadım, seni de yaşatabilmek için, bu yükün altında kalmaman için.
Kızımın kokusunu duyacağım ya, dünya umrumda değil, sarılıp küçük bedenine, küçük burnundan öpeceğim, isterse yıkılsın herşey, orada yada burada bin tane sorun olsun, olsun, ne olursa olsun.

30 Temmuz 2010 Cuma



O vapurun pembe ve yeşil canavarları tarafından kovalandığını bunun fotoğrafını çekeceğimi söyledim ama arkadaşım bana inanmadı. Uzundur görüşmemiştik, bir yıla yakın olmuştu, iri siyah gözleriyle yüzüme bakıyordu, ciddi olup olmadığımı anlayabilmek için. Ciddi olabilirdim, emindi buna, olasılıklara inandığından değil, beni çok uzundur tanıdığından. Yeni yaşamaya başladığı kenti anlatıyordu bana, sahildeki güzel kafelerden birinde oturuyorduk, dayanılmaz sıcağı hafifletmek üzere tepemizden su damlacıklarını bir sis halinde üstümüze boca eden özel bir sistem vardı, ve bu yoğun sis her püskürüşünde biraz, kısa bir süre ferahladığımızı sanıyorduk. Yaşamayı düşündüğü şehirdi burası. Kentin caddelerini, evini, işini anlatırken yüzünde daha öncesinde tanıdık olduğum aynı mutsuz ifade vardı. Daha öncesinde sahip olmadığı bir sürü şeyi vardı oysaki. Önümüzdeki biralar hızla ısınırken pembe ve yeşil canavarlarının vapurun her gidişinde peşinden gitmek zorunda olduklarının yunan mitolojisine dayandığına inandırmaya çalışıyordum. Bir kısmı denizin biraz üstünden, bir kısmı suyun içinden kovalar ve bir kısmı da yani vapuru yakalayabilenler artık pembe ve yeşil olmak zorunda değildirler, özgür canavarlar olarak alabildiğine koşabilirler deniz yüzeyinde. Suratını iyice asmış bakıyordu. Biraz geçmişten bahsettik. İkinci biralar geldi. Yorgundu ve işler yolunda gitmemiş gibiydi. Oysa ne kadar da herşey yerli yerinde ve olması gerektiği gibi görünüyordu. Tamda istediği gibi. Kurguladığı (kurgulandığı?) düzeninde ciddi bir eksiklik vardı. Herşey kendi kontrolünde olamıyordu işte. Yıllar nasılda çabuk geçmişti, işe başladığımız ilk günlerin tazeliği güneşte çok kalmaktan yer yer yırtılan bir perde gibi çekilivermişti. Şimdi elimizde kalan başarılar ve başarısızlıklarla önümüzdeki bira bardaklarıydı. Yada yılışkan gülümseyişli garsonun oldukça güzel bir kadın olan arkadaşımla konuşma çabaları.
“artık genç değilim” diye mırıldandı. Süzdü gözlerini, masanın üzerindeki kültablasına doğru uzattı parmaklarını önce, tablada duran sigarasını hala yakmadığını fark ederek. Eski alışkanlığıydı bu, sigarayı bırakmadan öncede, bir tane alır bir süre sonra yakmak üzere, kültablasına bırakırdı.
“eğer” dedim, bu sefer gülümseyerek “pembe ve yeşil canavarları aslında yakalamak zorunda oldukları bir vapur olmadığını anlarlarsa, renklerine mahkum kalmak zorunda değildirler.”

15 Temmuz 2010 Perşembe

Perşembe 00.18. Bu saat itibariyle maaşım yatmış olmalı. Tam on sekiz dakikadır hemde. Yaşasın otomatik sistem, ben bankacıyken girişleri bilgisayara tek tek yapardık. Çünkü otomatik olarak belli bir saatte yatmasından müdür yardımcısı horoz hanım çok rahatsız olurdu, bu yöntem onu huzursuz ediyormuş, bu veri girişlerini elle yapmak en iyisiymiş. Horoz hanıma koşulsuz sorgusuz itaat gerekirdi. Diğer kızlar da böyle yaparlardı. Ve sonrasında da şöyle derlerdi “bugün maaş girişleri var, çok yoğunuz”. Bu bitmez tükenmez verimsiz çok yoğunluk içinde kıkırdayıp vakit geçirirlerdi, benim yaptığım iş farklıydı, çek tahsilatı. Bankoya uzanan küçük kirli buruşuk kağıt parçasının önüne arkasına bakar, meblağ belli bir miktardan yüksekse horoz hanımın yanına gider, çünkü 2000li yıllarda bankoda oturan bir görevlinin önünde telefon olmayan bir banka idi çalıştığım, meblağı ödeyip ödemeyeceğimizi sorardım. Bu anlar müdür yardımcısı horoz hanım için kritik anlardı. Gıdısını daha bir şişirir, kalın kahverengi gözlük camlarının ardından incecik gözlerini fırlatır, arada sanki daralmış sıkılmış gibi, bazen büyük bir zorluğa güç gerecek gibi derin bir nefes çekerek, bazen sevimsiz bir dudak büküp reddederek beni cevaplardı. Bazende meblağ ona göre çok büyükse ve sanki iyi bir anındaysa, sevimsiz yüzünü çirkinleştiren bir gülümseyiş yayılırdı yüzüne ve cevaplamak için ses çıkarmayı fazla lüks gördüğünden bu sevince yeterli bulduğu bir kafa sallayışla onayladığını belirtirdi. Sonra nedense bir kat yukarda duran fotokopi makinasına gidip kimlik fotokopisi çekerdim. Fotokopi makinasının bulunduğumuz zemin katta olmasına horoz hanım karşı çıkıyordu, nedeni sorgulanamaz ve belirsizdi. Şubede başlayalı 2 ay olunca 47 kiloya düşmüştüm. Birgün müdüryardımcısı horoz hanımı es geçip bodur müdüre hanımın camlı odasına girdim. Sinirimden titriyordum, yaşlı kadın herzamanki tiz çığlığıyla beni kovmak yerine oturttu. Burda çalışamayacağımı, yeteneklerim ve eğitimim doğrultusunda başka alanlarda daha faydalı olabileceğimi söyledim. (Şube çalışanlarından dört yıllık üniversite mezunu ve ingilizce bilen bir tek ben vardım) Tecrübeli yönetici bana bir çay söyledi önce, bu gün ortası çayı düpedüz büyük bir lükstü, çünkü sadece sabahları ve öğle yemeğinden sonra çay servisi yapılırdı. Bunun dışında çay yada başka bir şey içmek yasaktı. Ama bu da tabiiki büyük bir lütuftu çünkü bodur müdüre hanım büyük bir düşüncelilikle bunu şube bütçesinden finanse ediyordu. Bir çalışan başka ne isteyebilirdi ki. Bu yüzden önüme gelen çayı büyük bir iştahla yudumladım. Bana en sevdiği yeni elemanı olduğum, zaten bankacılığın tamda benim oturduğum yerden başlanılıp yükselinebileceği ve işte sanırım tüm çalışan kızların hedeflediği , kendisinin ev faturalarını yatırmak da dahil tüm işleri yaptırdığı müdür yardımcısı horoz hanımın yerine tabiki benim geçeceğimi söyledi.
Yeni evliydim. Evliliğimin ve işe başlayışımın ilk 6 ayı boyunca kocama işten çıkabilmek için yalvardım. 7 ay sonra işten çıktım. 3 yıl sonra boşandım.

11 Temmuz 2010 Pazar

İnsansız geniş caddeye şaşkın bakarken, kentin buruk ekşi kokusuna alışmaya çalışıyordum. Burası Cumhuriyet caddesidir, yada Atatürk caddesi, bütün taşra şehirlerinin en büyük caddelerinin adı hep aynı değilmidir. Yada zaten tek caddeleri yokmudur hepsinin. Ama bu kentin üç caddesi vardır, devasa bir üçgendir caddeler aslında. Üçgenin içinde kalan ara sokaklar. Şehre yeni tayin olmuş her devlet memuru gibi, esmer taksi şöförüne “öğretmen evine” diyerek terminalden taksiye binmiştim. Sabahın erken saatleriydi, Taksici beni bir yol ağzında bırakıp eliyle karşı binayı göstermişti. “öğretmenevi abla.”

Genişçe bir giriş salonunda yılışık resepsiyon memurunun bıyıklı gülümseyişinin önünde memur kimliğimi çıkardım.
“Siz bir kahvaltı edin, üst asma katta, o sırada oda da hazır olmuş olur.”

Açık büfe kahvaltı tanımı. Zeytin, peynir, çay. Lükse kaçıp domates ve salatalık da koymuşlar üstelik. Hepsinden bir parça alıp, aynı otobüsten inip buraya geldiğim diğer birkaç kişi gibi kenarda bir masaya yerleştim. İki çocuklu bir aile ile, şişman kısa kıvırcık saçlı 40 yaşlarının başında bir kadın. Demek ki tek yalnız kadın değilim. Bu iyiydi. Ama muhtemelen bizi aynı odaya vereceklerdi. Buda iyi olmayan kısmıydı. Kadının pembe tişörtünün hayli açık dekoltesi, esmer teninde yapay duran sarı saçları iddialı bir görünümden çok tuhaf bir rahatlık, kaygısızlık veriyordu. Muhtemelen anlatacak hikayeleri vardı odaya çıktığımızda. Benim varmıydı. Olacakmıydı. Tabağıma koyduğum üç zeytinden sadece birini yiyebilmiştim. Ama çay güzeldi. Doğunun tüm çaylarında olduğu gibi kaçak çayın ekşimsi acılığı. Karadeniz damağına aykırı gelir aslında. Bunalmıştım. Masadan kalkıp aşağı indim, eşyalarını girişteki resepsiyonun yan tarafına rahatça bırakan aile gibi bırakıverdiğim çantama bir göz atıp dışarı çıktım. Hala saat dokuz olmamıştı ve Kent kuru bir sıcağın altında kavrulmaya çoktan başlamışken sokaklarda kimse yoktu. Bir kenti nasıl tanımalı. Tabii ki yerel gazetelerinden. Yürüdüm. “aa orası doğunun parisidir.” Tayin olduğumuz her doğu şehri için kurulmuştu bu cümle. Şimdi doğunun parisinde yürürken insansız geniş kaldırımda gazete satan bir yer bulmak umuduyla gittikçe uzaklaşıyordum. Birkaç giyim mağazası. Beyaz eşya satan dükkanlar. Bir elektrikçi. Bir lise. Sonunda caddenin ikiye çatallaştığı bir yol ağzında sigara ve gazete satan küçük bir büfe. Önüne yanaşıp gazetelere baktım. İçerden yaşlı sakallı bir amca yüzüme tasvip etmez bir bakışla bakıyordu. İki ulusal gazete-birbirine zıt siyasi görüşleri olan- ve bir yerel gazete. Yaşlı amca kalın beyaz kaşlarını çatarak biraz daha dikkatli yüzüme bakıyordu. Yabancıyım işte, bunları alma özgürlüğüm var hala. İki pakette heryerde bulunmaz sigaramdan alıp geri döndüm. Gittikçe daha şiddetlenen güneş beynimi kavururken adımlarımı hızlandırdım. Zaten görülecek bir şey yokmuş. Yol ortasında iki ağaç. Bu mu yeşil dedikeri. Aa orası yeşil bir şehirdir. Öğretmenevine girdiğimde şiddetli bir mide bulantısı başlamıştı, işte beyin kanamansı oldum hezeyanlarımı tetkikleyerek, yılışık resepsiyon görevlisi yerini daha genç birbaşkasına bırakmıştı, sessizce anahtarımı uzatı ve “ikinci kat” dedi.
İkinci kat. İkiyüzbeş numaralı oda. İki kişilik. Doğru tahmin etmişim. İçerde Kıvırcık saçlı esmerden bozma sarışın kadın yatağın üstüne oturmuş birşeyler okuyordu.
“merhaba”

Biliyormusunuz son 18 saattir iletişim kurduğum ilk insansınız. Resepsiyon görevlisi ve taksiciyi saymayın. Uzun otobüs yolculuğunda da yanımda oturan kadın rustu, muhtemelen bildiği türkçe kelimeler de bana sarfedeceği türden şeyler değildi. Bu yüzden hiç konuşmamayı tercih ettik ikimizde.

“Merhaba” dedim cevaben. Bana bıraktığı köşe tarafındaki yatağa oturdum. Onbeş dakika sonra, kadının kentin uzak köylerinden birinde öğretmen olan üvey kızkardeşini ziyarete gittiğini, bu arada da kentte yaşayan okul arkadaşını birkaç saat ziyaret edeceğini ve hemşire olduğunu, Kuşadasında yaptığı tatilden yeni geldiğini ve tabiiki üstünü değiştirip daha kapalı şeyler giyerek çıkacağını anlatmıştı. Ben ne anlatmıştım. Hava sıcaktı. Oda da klima yoktu. Yatak örtüsü dışındaki herşey toz içindeydi ve nefes alırken kuru hava ile birlikte insanın boğazına yapışıyordu. Kalktım yataktan. Yüzümü yıkayıp yatakların karşısındaki komidine baktım. Kadın çıkmıştı odadan. Babam bir gece yarısı ölmüştü, ben uyurken, çığlıklarla gözlerimi açmıştım. Gözümü aralayıp etrafa baktığımda aslında hiçbirinin gerçek olmadığını ve uyanacağımı tekrarlayıp durmuştum kendime. İlk birkaç gün sürekli. Daha sonra araları açılarak yinelemiştim. Aynaya baktım. “Hala uyanabilirsin. Geç değil.” dedim kendime 21 yıl sonra.

8 Temmuz 2010 Perşembe



Sis, küçük mucizelerin sonuncusudur. Gidip kaybolamayacak olanlara, kenarında durup seyretmek için. Çam ağacı şanslı, o kendini orda varedebilir. Sakince düşünebilir. Zamanı var. Tercihleri olmasada. Bense balkonumda durup dahil olamama üzerine düşünebilirim.

6 Temmuz 2010 Salı

Birisi şöyle çevirmişti "blog" kelimesini, internet günlüğü. Televizyon izliyordum, eleman ingilizce konuşurken alt yazı devam ediyordu "ama internet günlüğünde yazanlara inanmamalısın, gerçek olacak diye bir şart yok". Sanırım üçüncü sınıf bir kriminal diziydi. Bu durumda dizi deki maktul yada ben biryerlerde hata yapıyorduk. Bu yüzden blog tarzımı değiştirip iyi bir maktul gibi günlüğe çevirmeye karar verdim önce. Bunu yaparken geniş kanepemde yayılmış, gözlerimi televizyondan ayırmıyordum, önümde patlatırken tencereye değip elimi yaktığım mısır. İnsan önemli kararları verirken bu kararın önemi ile ters orantılı birşeyler yapmalı. Mısır yemek gibi.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

İşte O da hastaydı. Kamburunu çıkarmış binaya doğru yürüyordu. Elinde az önce çıktığı küçük marketten aldığı birkaç yiyecekle dolu poşeti, sallana savrula ilerliyordu. Görüyordum, arabayı park ettiğim yerden, inmeden bakıyordum, beni fark etmemişti, yukarı çıkıp yiyecekleri hazırlayacaktı, poşetinin içinde mutlaka birkaç kutu bira da vardı, belki biraz patates. Ben kapıyı çalarken, patatesleri kızartıyor olacaktı, yüzünde sevimli bir gülümseyişle kirli mutfak önlüğü üstünde kapıyı aralayacaktı. İşte geldin. Mutfaktaki küçük masasında biralarımızı içip patateslerimizi yerken sanki çok umursuyormuş gibi kısa dedikodularımızı yapıp gülecektik. Yine alt katta oturan komşusundan şikayet edecekti bende işyerindeki arkadaşlarımdan, bir dönem ona herkesi o kadar ayrıntılı anlatmıştım ki, hepsini kendi tanıyor gibiydi. Şefin mavi gömlekleri, yan masada oturan Cevriye’nin küpeleri, ve tabiî ki Taner’in patavatsız müşteri konuşmaları. Arkamdan atıp tutan şu yeni mühendis çocuk. Adı neydi sahi. Bak işte yaşlanıyorsun diyecekti. Tamda bu anda ayağa kalkıp yanıma gelecekti. Saçlarımı okşamaya başlayacaktı yüzümü beline doğru yaklaştırarak. Sessizce yüzüne bakacaktım hareketsiz, eğilip beni öpmesini bekleyerek, öpmeyeceğini bilerek. Yüzümü karnına bastıracaktı nefessiz kalana dek, parmakları ensemden aşağı doğru inecekti, bildiği tanıdığı bedenin aynı kalıp kalmadığını yoklamak için. Tamda bu anda ayağa kalkacaktım, dudaklarımı yüzünde, boynunda gezdirerek onu içeriye çekecektim adım adım. Sallanarak geri geri yürürken öpüşecektik, uzun, sakin, tanıdık bir sevişme için uzanacaktık yatağa.

Arabanın içinden apartman kapısını itişini izledim. Adımını içeri atıp kayboldu. En eski arkadaşım. Son zamanları. Çok fazla kalmadı işte, ara ara düşünürdük. Son, başlangıç kadar çekicidir. Birkaç hafta sonra buradan ayrılacak. Ailesinin yanına taşınacak. Sakin sevimli deniz kenarındaki sınır köyüne. Annesi ile babasının yanına gömülecek. Kısa bir hayat değildi sürdüğü, uzun sayılmasa da. Yanına çıktığımda hissettiğim her şeyi fark edecek, giydiğim çamaşırın rengini bile bilen biri için anlaşılması hiç zor olmayacak. Geride bıraktığı sadece devasa bir boşluk duygusu olacak. Baş edilmesi güç, ama günlük hayatın hiçbir yerini etkilemeyen. Gözlerimi kapadım. Direksiyona uzandı ellerim. Kontağı çevirdim.

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Patron kalın kaşlarını kaldırdı. Genişçe masasının diğer ucunda koltuğuna hafif yayılmış bir halde oturuyordu. Kaşlarıma kadar terliyordum, oysa klima çalışıyordu, şu allahın cezası temmuz sıcağı işte.
“Bu projede ofisin sorumlusu siz olacaksınız”
Yutkundum. Daha başlayalı 8 ay kadar oluyordu. Daha eskiler vardı. Bu projeyi bekleyenler. Ben seçilmiştim. Diğerleri değil. İt gibi çalışmıştım 8 ay. Dosyaları eve taşımıştım gizlice. Evde de çalışayım diye, hem eve götürdüğümü kimse bilmesin, hem işi ne kadar çabuk bitirdiğim görülsün. İlk başlarda kıdemli olanlar çok fazla ciddiye almıyordu beni. Dünkü çocuk, yeni mezun, daha stajını yeni tamamlamış gelmiş. Ne bilecek? Ne kadar tecrübesi varki?
“Ekip işleri önemlidir. Ben herşeyi sizden sorarım. Sizden bilirim. Siz yaptıracaksınız diğerlerine. Tek muhatabım siz olacaksınız. Nasıl yaptıracağınız sizin işiniz.”
“Teşekkür ederim. Güveniniz için.”
Başını çevirdi Patron. Penceyere doğru. Dışarda yüksek binaların çatıları. Daha arkada devasa yol. Ayağa kalktım. Kısa yetkilendirme toplantısının sonu.
“Bir şey daha var. Ofise başlayalı çok olmadı. Oysa bu önemli bir proje. Altınızda 8 kişi olacak. Bir tanesini seçip işten çıkarmanız gerekiyor. Anladınız mı? ”
“Evet efendim. Anladım.”
Kapıdan çıktım başım önümde. Sekreterin gereksiz bakışları üzerimdeyken. Kendimi açık camdan atmak istiyordum. Neden hayır dememiştim. Sekiz kişi. Hepsini tanıyorum. Ali osman, Akif, Zeynep, Muharrem, Recep, Berrin, Semiha, Can. Hepimiz bu projede görevlendirileceğimizi biliyorduk. Kimin idareci olacağını tartışıyorduk topluca. Ali osman’la Akif kıdemliydi hepimizden. O ikisinden biri olacağına kesin gözüyle bakıyorduk. Ali osman biraz daha yavaş bir çalışandır ama ama çocukarı var. Hepsinin var. Can’la Semiha hariç . Ama onlarda ofisin en çok iş çıkaranları. Neden hayır demedim. İçeri dönüp yapamayacağım mı demeliydim? Yürüdüm. Odama döndüm. Biraz erken çıkacağım dedim yan masada oturan Berrin’e. Alelacele çıktım. Asansörü beklemeden merdivenlerden indim koşarak. Dışarısı daha da sıcaktı. Durmaksızın terleyerek yürümeye devam ettim. Ali Osman’ın çocuğu koleje başlayacak. Semiha boşanmak üzere. Onları çıkartamam. Kimi çıkartabilirim. Daha dünkü çocuk diyecekler. Öfke duyacaklar beni. Herkes tanıyor birbirini. Özel yaşamlarımıza kadar hatta çoğunluk. Kaç aylardır beraber çalışıyoruz işte. Bu işi bulana kadar da çok zorlanmıştım. İşsizliğin büyük bir dalga olup yeni mezunların üzerinde patladığı günlerdi. Bir yığın kalifiye işsiz. Nasıl geri dönecekler. Herşey baştan. Bu ofiste çalıştıklarını yazacaklar özgeçmişlerine. Birkaç bir yere bırakacaklar. Onlardan dönüş olacak. Beni arayacaklar “.. beyi/hanımı nedne işten çıkardınız?” Temmuz bile olmayacak aylardan, ayakkabılarım bile terden vıcık vıcık olacak. “aslında tabii çok iyi bir elemanımızdı ancak ekonomik kararlar doğrultusunda kendisini daha fazla geliştirebileceği bir yere geçmesini salık verdik.” Gerçekten duyduğum en saçma cümle. Yürüdükçe sağımda yolun gürültüsü daha duyulur hale geliyordu. Zeynep yeni ev aldı. Muharrem’in başka sorunları var. Ailevi demişti. Ayrıntısını bilmediğimiz. Can ofisin en çok iş götüren elemanı. En yavaş Ali Osman ama en kıdemli de O. Yapamayacağım. Buanltıcı sıcak, güneş oklarını daha şiddetle beynime yağdırıyor. Yeter zaman dur artık. Ben istedim ama. Çok istedim projenin başına geçmeyi. Aylardır bunu düşündüm sinsi sinsi içimden. Patronun çalışmamı beğendiğini biliyordum uzundur. Sesimi çıkarmıyordum, herkes Ali Osman’la Akif’i bekliyordu. Semiha darmaduman zaten. Geri dönmek gerek. Patronla yeniden konuşmak. Yapamayacağım demek. Verin, soru falan verin, durum çalışması yapalım, herne isterseniz onu yapalım. Kimseyi atamayacağım. Oysa o proje için çok çalıştım. Bağlantıları buldum, herkesin herşeyin önem verdiği gereksindiği şeyleri bulup çıkardım, görüşmeler yaptım. Patron yapamayacağım, isterseniz bunu bir istifa olarak kabul edin.
Ama çok uzun zaman işsiz kaldım. Can sıkıntısı ile bellek kaybı gibi bir durumdu. Ev halleri. Ah şu kriz çıkmasaydı. Yinede yapabilirmiyim. Yapamam.

29 Haziran 2010 Salı

“bizim mesai kaçta başlayıp bitiyor?”
Sorum öylesine ani ve içtendi ki diğerleri bir an şaşkınlıkla başlarını kaldırıp bana baktılar. Aslında tam olarak kendileri de bilmiyordu, işte sabah erkenden gelinir ve servislerin kalktığı saat çıkılır, şaşkınlıkları bu sorunun doğallığındaydı. Evet mesai saatleri sık sık değişiyordu, yaz saati uygulaması, fazla mesai uygulaması, yarım fazla mesai uygulaması, karışıp duruyordu ama daha önemlisi aslında evet bu veriden yoksundu üçüde. Yinede kıdemli olan başını iki yana sallayıp gülümsedi soruma.
“Semiha hanım.. ooh, mesai kaçta bitiyor… yani başlangıcı da önemli değil aslında Semiha için, kaçta bittiği daha çok.”
Herkes gülümsüyordu, daha genç olan oda sakini kırmızı yüzünde alaycı bir ifade ile konuşmaya katıldı.

“Geçen bir arkadaşımla karşılaştım taksimde. Bana dedi ki, bugün işe gittinmi. Durdum düşündüm, hangi işte bir çalışma arkadaşın sana bunu sorabilir? “

“Evet birgün bende başkan’ı biryerlerde gezerken görmüştüm, ve dehşetle günlerden Pazar olduğunu unuttuğum için saklanma ihtiyacı hissetmiştim, nihayet uyandım ki tatil günündeyim, gidip zorla yeni karşılaşmış gibi yaparak selam verdim.”

“Ama işin doğası bu değil mi” dedi üçüncü. “Aslında sadece mesai dahilinde çalışmıyoruz ki saatler bu kadar belirli olsun. Ya gece yatarken bile bazen karşılaştığım şeyler aklıma geliyor, ha o öyle bu böyle bir bakmışım ki olayı kafamda çözmüşüm.”

İşe girdiğimiz ilk yıllarda birkaç kıdemli meslektaş şöyle demişti, bu iş odandan çıktığında geride bırakabileceğin bir iş değildir. Bankacıysan şubeden çıktığın an herşey masanın üstünde kalmıştır, kapıdan çıkarsın ve geride kalır. Oysa burda problem beynine çapasını atar, ince ince işlemeye devam eder zihninde. Sen fark etmesende akşam yemeğini yerken eline aldığın ekmek sana birşeyler anımsatır ve kendini problemi düşünürken bazende çözmüşken bulursun.

Daha önemlisi de yaptığın kurgulardır. Aynı olayla ilgili birkaç kurgu gelişir. Sonra kurgular o kadar yayılır ki iş dışındaki yaşamda da birkaç farklı kurgu üretmeye başlarsın. En tehlikelisi aslında budur. Bu yüzden paranoya meslek hastalığıdır. Kurgular işe dairse duygusal etkilerden uzaktır, ama günlük yaşamdaki kurgular objektifliğini yitirir, gerçek salınmaya başlar.

(o adamın ağbime nasıl baktığını gördüm. Yoldan geçiyordum, çaybahçesinde oturuyorlardı, ağbim çantasında birşeyler karıştırıyordu, muhakkak adam ondan birşeyler talep ediyordu, yakın bir dostu gibi görünmekteysede işte bu bakışı herşeyini eleveriyordu, kıskançlıkla ve kinle bakıyordu.)

Kurgu, hep yanımda kal ama seni üretenenin ben olduğumu bileyim hep.

18 Haziran 2010 Cuma

Gece köyde ışıksız, elektriksiz ve sessiz. Herkes herşey uyuyor gibi. Daha derinlerde başka türden varlıkların ıslığı dolanıyor. Akşamüstü yağmurundan arta kalan bulutlar tüm yıldızları örtüyor. Oysa, bu haliye şehirli yaşamımın bana sunduğu kirli aydınlıktan kurtulurum sanmıştım. İlerdeki büyük ağaçlıklı tepenin hemen ardı sıra dizili üç hane zifiri karanlıkta, birinin önünde zayıf bir ışık belli belirsiz yanıp sönüyor. Sigaramın kızıl ucundan beliren silüetim görünüyormudur. O kadar ilerden bile. Herkes neden bu kadar erken uyur ki. Gündüzler bizim, gece onların. Ve insan bedeni en çok melatonini 23 ile 24 salgılar. Öylemi cidden yoksa beynimde uçuşup duran bir gerçek dışı veri daha mı. Ne fark eder. Şimdi buradayım ve ciddi bir karanlıktayım. Ey beynim, durma salgıla melatonini. Ama işte uykuda değilim neylersin ki. Ayakta durmuş sigara içiyorum, hemde köy evinin ahşap kapsınını aralığında. Korkuyorum hem, alışkın olmadığım karanlık duygusundan. (Karanlık bir duygu değildir! peki uzak? uzak bir duygumudur?) Eğer yeteri kadar ortama uyum sağlarsam bu yığının içinde tamamen gözden yitebilirim. Bu evin tuğlalarını dedem pişirirken annem çocukmuş. Şimdi benim kızımın olduğu yaşlarda. Ve bütün bir kış dönemi hep uzaklarda olan babasının yazın ilk günlerinde gelişinin keyfini çıkarmaktaymış. Oyun gibiymiş ona göre herşey. Tuğlalardan evin çatısına en yakın olan giriş kapısının üstünde bir tanesine kendi adını diğerine ablasınınkini yazmış. Yazmayı yeni yeni öğrendiği dönemler. Annemin çocukluğunun büyük bir kısmında köyde elektrik yokmuş. Gaz lambalarının isini nasıl her akşam temizlemekle görevli olduğunu anlatışı. Şimdi aynı evde ben, kapının yanında birazdan içeriye girip dizüstü bilgisayarımı açıp birşeyler yazacağım. Tüm hayatım boyunca annem kadar radikal bir değişime şahit olup olamayacğımı düşünerek.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Sayısız ataklarının arafesinde hep aynı olurdu, gözleri kısılır, esmer yüzüne bir kızıllık gelir, kaşları iyice çatılır. O sırada bir eli daima boynunu tutuyor olur sanki nefes alamayacakmış gibi birazdan, ya da boynunu gittikçe daha şiddetle saran görünmez bir elin bileğini kavrıyormuş gibi. Ama bu görünmez bileği boynundan uzaklaştırmak için mi yoksa işini daha da çabuklaştırmak için mi sarar belli değildir. Bir süre sonra pek yavaş bir sesle boğulmaya başladığını söylerdi, bunu söyleyebiliyor olmasının aslında tam olarak zıddını ispatlıyor oluşunun farkında olacak kadar mantıklı olmasına rağmen. Tam bu sırada var olan halinin ne kadar zor olduğunu takdir de edecek biçimde bir iki sözcük mırıldanıp hemen devamında ilgisini başka yöne çekecek değişik bir konu bulunabilirse konuşmaya önce bu yılgın haliyle katılıp, konu canlandıkça sesi de eski halini alırdı. Ama olur da gereğinden daha çabuk bu konu atlamaya geçilirse atak öfke krizi ile gelişir, duymakta zorlanılacak ses, avaz avaz gür bir halde haykırır, karşısındakine kaçacak delik aratacak denli yıldırıcılaşır.
İlk zamanlar trakea da tümör olduğunu sanıyordu, sanırım basit bir faranjitti topu topu yaşadığı, bu birkaç yılı idare etti. Daha sonra hidatik kist kaygısı sardı, muhtemelen evinde hidatik kist olmuş bir evcil hayvan la yaşayan arkadaşından getirdiği ders notları evin hertarafında kitaplara, deftelere, masaya değdiği için kendine değilen sakınımlı alanlar ve değilmemiş henüz sakınmanın gereksiz olduğu alanlar yarattı. Eğer evde tek başına yaşasa idi bu beklide bu kadar sıkıntılı bir süreç olmayacaktı ama iki yetişkin daha vardı. Biz alanları bilmiyor, defalarca dinlemiş olsakda hafızamızda yer etmiyordu. Sonunda değilen kitaplar tamamen kaldırılarak dört beş yıla yaklaşan bir süre zarfında kaygısı hafifledi. Bundan sonra kısa bir özefagus kanseri dönemi vardı, ama çok sürmedi, çok zorlanılarak çektirilen bir endeskopi sonucunda gastrit tedavisi görmesi gerekliliği söylendi, ama ardından geçen birkaç ay teşhisi bile konulamadan çok hızlı ilerleyecek ve her daim söylenegeldiği üzere “aslında doktora da gitmişti ama işte o zaman anlayamadılar”denilmesini beklerken kullanması gereken ilaçları almadı. Bu arada bel fıtığı oluşmuştu, uzunca bir süre etkilerini daha ağırlaşarak hissedederk devam etti. Bu zaman zarfında, profesyonel destekler almak yerine dinlenmeyi ve bu şekilde yormadan kendisini tedavi edebileceğini düşündü. İlaç kullanmak ve fizik tedavi hareketleri yapmak yerine hiçbir şey yapmayarak ve günlük rutinlerini de bu terk edişle bırakarak kendini sağaltmaya çalıştı. Tabii ki zorlu da olsa buda bir süreçti ve çevresinin onu bu haliyle genel kabul görmesinin ardından hafifledi. Bu arada sporu keşfetti, bedensel hareketlerin kendine verdiği rahatlama ve zindelik hissine bedeninin artık ilerleyen yaşıyla iyice hantallaşan görüntüsünden sıyrılıp ilk gençlik dönemlerinde istediği kaslara sahip olabilme potansiyelini fark ettiğinde hayatında yeni bir dönem başlamış oldu. Ama spor bir tür kendine meydan okuma haline dönüştüğünde geçmiş kırk yılın naif yüküne alışkın kemikler, kaslar, sinirler duruma isyan edince boyun fıtığı oluştu. Bu artık geçmiş günlerine dönüş, ve kendinden beklenen rutinlerden kaçış anlamına geliyordu, bir sürü boyunluğu, ve yapmaması gereken eylemi vardı artık, yeniden eski "yapamaz ki" halinin çevresince de onaylanmasının ardından ufak ufak midesinden de şikayetlenmeye koyuldu, artık tüm hayatını boynunu tedavi ettirmek yerine hiç hareket etmemesini sağlamaya çalışmak ve bunu çok basit işleri bile yapmayışının müsebibi ilan ederek geçirebilirdi.

15 Haziran 2010 Salı

şiir üzerine

doc holliday :
şiir üzerine teori çalışması yaparken
ister istemez şiirde "fikir" diye bir arayışa girmiş edebiyat tarihi
ve poetika diye bir şey öngörülmüş
şiir poetikasında
3 şeyden bahsedilir
kalem gücü
okuma
ve en önemlisi
duyuş
o duyuşun sahiciliğine itibar edebilmeliyiz
nedir bu
şudur
açalım
bir genç kızın tazeliğine yazılan bir mısra özünde aşk barındırır
ve aşk cinsellikten asla ayırt edilemez
aşk..özünde.. onunla sevişme..öyleki kutsanacak bir sevişme "dib"i barındırır
çükü kalkmayan bir adamın aşk mısraı yazması sahtedir
duyuştan yoksundur
bu irrite gelebilir
ama schillerin .. şair yok şarlatan çok demesinin altında bu vardı
malsef bunlar türkçede yok
raf dibi kitapların dipnotlarında okuyoz ancak
intelejensiya (aydın akıl) şunu bekler
şiir bizim duyuşumuzun sesiolmalıdır
inceliğimizin
toplumlar şiirle incelir
şiir yazılmadan
ne mimari
ne evlerin küntlüğü
ne şehirlerin berbatlıgı
ne mahkemelerin adaleti düzelmeyecektir
medeniyetin muştucu kuşudur şair
bu ülkede iğrenç kibrit kutusu evlerde oturuyorsak bunun müsebbipleri son 80 yılın mankafa şairleridir derim.
söver sayarım işte

14 Haziran 2010 Pazartesi

Deniz ve Rüzgar

Hayır, aslında kastettiğim şarkının sözü değil. "istanbul akşam yedibuçukta 37 derecedeydi" diyor ses. Neyseki oralarda değilim. Bıkkın bir halde kırmızı kanepemde soluksuz uzanıyor olurdum herhalde, oksijen oranı hava sıcaklığıyla beraber düşerdi, televizyonda hiç eğlenceli olmayan diziler, filmler yada yarışma programları olurdu, oysa burda hafif bir esinti var. Karadenizim. En güzel denizim benim. Kuzeyin serin rüzgarları ile dolduruyor neyseki ilçeyi. Gece ilçe kendi sessizliğinde, sadece karadeniz otoban olmayan devasa yolundan ara ara geçen tırların boğuk gürültüsü. (Karadeniz kıyısını katledenlerden intikamını er yada geç alacak). Sınırın ötesi ile berisi arasında gidip gelme. Ben balkon serinliğinde yazarken, sessiz komşuların garipseme halleri. Neyseki ben her nesil garipsenen bir soyun torunuyum, aldırışsızlık genlerime işlemiş. Çok eski zamanlarda, üniversitede öğrencilik günlerimden kalma minik bir anı, yan komşu balkondan sarkıyor elektriklerin ani kesilmesi insanları balkonlara çekiyor, gecenin bir vakti "okuyormusunuz?" diye sesleniyor, ben gayri ihtiyari suçüstü duygusu ile "yazıyorum" diye mırıldanıyorum. Sessizlik. Ne denilebilir ki. Annem olsa "külliyen yalan" derdi. Ve dedem olsa şöyle derdi "ben sizin aynada gördüğünüzü tuğla da görürüm" ve ben bunun mevlananın mesnevisinde geçen bir cümle olduğunu daha henüz bilmediğimden hayranlıkla dinlerdim.

13 Haziran 2010 Pazar

Otobüs bilmediğim topraklardan geçerken evlerin verandasına bakıyorum. Bu evler sadece birkaç kilometre ilerdeki evlerden çok farklı. Veranda bize ait bir kültür değil. Demek ki verandadan oturup güneşin batışını izlemek de öyle. Geniş evlerin çoğu iki katlı, giriş kapılarının da olduğu verandalarının üstünde de geniş balkonları var, ve her verandanın önünde sıcak öğle saatlerinde yayılmış yüz kilonun çok üstünde devasa kadınlar var. Öylece oturuyorlar ve gelip geçenlere bakıyorlar, bir tablonun çirkin ayrıntısı gibi. Kadınlara baktıkça sıcağın yolculuk bulantısının yada uykusuzluğun getirdiği salak halimin etkisi katlanarak artıyor, ilerledikçe bu iki katlı evlerle sanki 1970lerden zamanda yolculuk edip de gelivermiş yol kenarına öylece konuvermiş benzin istasyonları gözüme daha çok batıyor. Çoruh deltası verimli topraklarını bu insanlara bırakmış, onlar şişmanlarken sınırın öte ucundakiler dağların, dik yamaçların ve tuzlu denizin çoraklaştırdığı toprakların zayıf, aceleci insanlarını daha da hırçınlaştırmış. Biraz ilerde iki yüksek katlı apartman çarpıyor gözüme. Bu iki katlı "veranda"lı evlerin mimarisine zıt, apartman daireleri, içler acısı dış cepheleri ile, balkonsuz, minik pencereli, sosyal konutlar, aynı sınıftan olmayan insanların sefalet dolu yaşamlarının abidesi gibi. Buraya itilmiş, kapatılmış, hapsedilmişler sanki. Gitmek, sessizce sınırı geçmek, aynı denize komşu iki ülkenin ayrı insanı olarak, veranda da oturan obez kadınları kötü rüyaların sevimsiz misafirleri olmak üzere bilinçaltıma iterek, unutmak, hatırlamamak.

2 Haziran 2010 Çarşamba

Cacoethes scribendi

Adam terli uzun burnunu ona uzattığım kağıtlara eğmiş, suratında ekşi bir ifade ile bakmaktaydı. Sanki ağır kalınca bir bavulu bir yerden bir yere taşırken önüne merdiven çıkmıştı. Haziranın erken bastıran bunaltıcı sıcağında sırtım oturduğum küçük deri koltuğa yapışıyor, terim gömleğimi eritip döşemeye işliyordu. Adam çok sigara ve alkolle kalınlaşmış sesiyle "evet" dedi sadece. durdu. Başını kaldırıp yüzüme baktı ilk defa. "e-postalarınızı da okumuştum aslında. Ama Akif sizden bahsedince tanışalım diye düşündüm. Tabii ki benden birşeyler söylememi bekliyorsunuz. Hiçbirşey söylemeyeceğim size. Yazmaya devam edin dememi bekliyorsunuz, farkındayım. Onu bile söylemeyeceğim." Yutkundum. elim istemdışı önümdeki sigara paketine gitti. Bu bir konuşma bitişi değilmiş gibi. Açılış olduğu duygusu ve yanlış bir öngörüyle. Bir sigara çıkarıp yaktım. Elimin titremediğine emindim, hayal kırıklığı bir güven duygusu yaratır. Adam konuştukça heyecanım geçmiş, rahatlamıştım. Zaten heyecan dediğin nedir ki, başarı yada başarısızlıkla kolaylıkla yatışır. Nedense adamın sözleri başarısızlık gibi gelmiyordu, rahatlık, sıcağın uyuşukluğuyla teselli ediyordu beni.

"hayır, hayır, hiç de karamsar bir haliniz yok; olmasını beklediğim gibi. Biliyorum ki ne dersem diyeyim bu sizi etkilemeyecek. Hatta şu an burda sizi öven bir sürü söz söyleseydim gereksiz bir huzursuzluk duyacaktınız oysa ki. Okuyunca huzura ihtiyacınız olduğu çok belli. Bu anneniz değilmi, öykünün kahramanı?"

"evet" diye mırıldandım.

" Size söylenebilecek tek şey var. Hayatınızda hiç olmayan insanları yazın öncelikle. Hiç yaşamadığınız şeyleri. Bakın şahit olmadığınız demiyorum. Sizin başınıza gelmeyenlerden başlayın."

Geri adım atmıştı işte.Dayanamamış tavsiye vermişti. Yüzüme tutamadığım bir gülümseme yayıldı. Ama adam anlamıştı nedenini. Kalın kaşlarını hafif çatarak kağıtlara döndü. Söndürmeden önce sigaramdan derin bir nefes daha çektim, önümdeki soğuk limonatadan bir küçük yudum daha.

"Teşekkür ederim, vakit ayırdığınız için."

Gereksiz nezaket duyguları ile ayağa kalktım. Adamın dur daha bitirmedim, yada az daha oturun içerikli birşeyler söyleyeceği yanılgısı ile. Yada evet yayınlanabilir, hayır bu yayınlanmayacak da olabilirdi. Tepkisizdi adam. Geniş kahverengi masasının başında kağıtlarına iyice eğilmiş, kenarda duran siyah dizüstü bilgisayarına arada kısa bakışlar atarak varlığımı unutmuş gibiydi. Birkaç saniye daha son sözcükler için beklerken oralı olmadan konuşmasını sürdürdü.

" Size gel yada gelme demeyecek olmama rağmen nasılsa tekrar geleceksiniz. Bir daha ki gelişinizde üç öykü istiyorum sizden. Bir tane değil. En az üç.”

Gülümseyişim daha bir yayılarak çıktım odadan.

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Sadece yorgun ve yaşlı hissediyordum kendimi patikaya vardığım zaman. İlçenin birkaç km doğusundan başlıyordu stabilize yol, ordan biraz daha ilerleyip güneye hemen kenardan da patika yolun girişi vardı. Büyük çam mevkii. Tapu da böyle yazmışlardı. Nerede bu büyük çam, zaten her taraf çam işte, büyüğü var küçüğü var hiç bir şey anlaşılmıyor. Omuz silktim içimden. Hava Mayıs ikindisinin nemli yapış yapış boğuntusunda. Öyle deme, eski kayıtlar daha kötüymüş, mesela şöyle başlıyormuş “dereye doğru başlayan büyük sırta dönüldüğünde karşıda görünen açıklık arazinin..” yada keçiyolunun ilerisindeki küçük değirmenin önünden..” Zaten bu yüzden de fermansı tapuların hiç biri kabul edilmemiş. Buranın toprak sahipleri, ‘zilyetlik’ iddasında bulunabilmişler sadece. Yani ben yıllardır bu boş topraklarda oturmaktayım, kullanmaktayım, demekki benim oldu artık, diyebilmişler.
Osman’ın ilçe merkezindeki kereste dükkanında oturuyoruz,ince sarı bıyık bırakmış Osman, hiç hatırlamadığım çocukluk anılarmızdan bahsediyor, gülümseyerek başımı sallıyorum, esmer orta boylu topluca bir karısı var, sinirli ince bakışlarını üzerimde gezdirirken bu çocukluk anılarının gevşek özlem dolu anlatılışına kulak kesiliyor, uzak bir akrabanın kızı sıfatı ile dükkanda bulunmamdan çok hoşlanmamış bir halde. İki küçük kız çocuğu anneleri yerine babalarının ayaklarına yapışmış çekiştiriyorlar, sevimliler, osmanın ablasına benziyorlar, Osman’la Serabı o halleriyle hatırlıyorum ben daha çok, koşturduğumuz merdivenleri, büyük site içindeki evlerinin bahçesini. Serap bir keresinde yanan kapıcılarını anlatmıştı, kazan dairesinden alev halinde çıkışını adamın, bağırarak yere düşüşünü. Nedense onlarla ilgili bir tek bunu hatırlıyorum net olarak, kazan dairesinin girişinden adamın düştüğü yere kadar adım adım bu felaket rotasını izlemiştik. Tabii Osman çok daha küçüktü o zaman. Bir de ablası kızdığı zaman bacağındaki morluğu kastederek bağırırdı “moruna basıcam şimdi”. Oysa osman dört kız kardeşten sonra gelen küçük prensti. Defalarca denenmiş, hepsi kötü bir eskiz gibi evde büyüyüp boy atmış dört kız. Ama Osman çok daha fazlasını hatırlıyor, anlatıp duruyor. Konuya gelene kadar ikinci bardak çay yandaki çaycı dükkanından ellerimize tutuşturuluyor, oysa üst kat evleri, nedense karısı sadece oturmayı tercih ediyor.
“Sizin araziyede mi orman el koydu?”
“Koydu evet, üstelik iki çaylığın arasını. Ki yazıyorda iki kullanımdaki arazinin arasındaki ağaçlık, orman sayılmaz diye, ama dava açacağız, aldık fotoğrafları, hatta uydu fotoğraflarını bile bulduk, onlarıda ekleyeceğim dilekçeye.”
Sessizlik. Dışardan denizin hırçın dalgalarından doğru nemli bir rüzgar dükkanın açık kapısından içeri, yanımıza kadar giriyor. Gitmeliyim.
“Demek amcan satıyor araziyi?”
“Satıyor sanırım. Geriye ben kaldım bir tek. Ağabeyimde yurtdışında biliyorsun.” (biliyormu, herkes bilmek zorunda mı, yoksa zaten herkes herkesi birşekilde bilir mi)
“Evet, duymuştuk, çok zaman oldu, iyi sen döndün.Ey gidi hoca Muhammet, en küçük toruna kaldı ha herşey” gülümsüyor Osman. Benim zalim kaderime gülümsüyor. Toprakların ansızın ve amansız kalakalışına. Şimdi uzun topuklu ayakkabılarımla o keçi yolundan yukarı nasıl çıkacağımı düşünüp gülümsüyor.

25 Mayıs 2010 Salı

Müziğin cümle bitişi her defasında çarpıcı. Ne anlıyorsun demişti kuzenim. Balkonda oturuyorduk, üniversite yıllarımız, ağbim, kuzen ve ben. Büyümüştük birden bire, ayrı şehirlere savrulmuştuk üçümüzde, oysa bir zamanlar tuhaf oyunlarımızı beraber oynardık. Ülkelerimiz, ordularımız, uzaylı dostlarımız olurdu. Bazen uzaylı dostlarımız birimizin içine girer, o olmadığı halde oymuş gibi bize oyunlar ederdi, buna hem inanır hem inanmazdık. Kapazalar ve Sapazalar vardı, iki ayrı devlet, birinin başında ağbim diğerininkinde kuzen olurdu, anlaşmalar savaşlar, uzun politik mücadeleler yaparlardı, ben oyunlarının hem izleyicisi hem katılımcısı olurdum. Başkentin uzak sitelerinin birindeki evimizde dışarıyı izliyorduk şimdi. Doğup büyüdüğümüz yeşil yağmurlu şehri düşünüyorduk balkondan sapsarı ovaya bakarken. "bu geniş düzlüğe bakarken içinden hissettiğin, karadenize duyduğun özlem, yada bunca düzlüğün boşluğu, yada her ne ise işte, onu sadece klasik müzik ifade edebilir, hemde kendi cümleleri, kelimeleri, susları, ünlemleriyle." dedim. "Ne yani cümleler mi var şimdi bu müzikte" dedi ağbim. "Var" dedim omuz silkerek. Gökyüzü yavaş yavaş kızarmaya mavi, mor, lacivert tüm renkler birbirine karışmaya başlamıştı. Bach dinliyorduk. Ağıt.

20 Mayıs 2010 Perşembe

Öyle demeyin efendim, mamafih, o benim sevgilim olmayan sevgilim, muhteşem insan, olurda benimle artık en azından edebi, uhrevi ve felsefi muhabbetini kesecek diye ödüm kopuyor, yoksa “hıh cahilsin cahil, ama ömür bitmez senin cehaletini gidermeye” kapsamlı sözleri bırakınız kırıcı olmayı salt bu anlamda sadece korkutucudur benim için. Mesela maazallah bu yazımı okusa “bre sen kim ironi yapmak kim, balzac külliyatını bile henüz okuyup bitirmemişken” cümlesi ile başlayan uzun bir söylev çeker ki bana, ben daha ilk cümlede titrer ve aslıma dönerim. Bu yüzden de “senin de artık normal bir ilişkin olmalı” ve benzeri dost tavsiyeleri bende sadece gereksiz bir sıkıntı hali doğurmakta, daha ötesi olan “biz mi? Sen kimle geleceksin ki biz diyorsun?” tarzındaki sorular ise işte beni tanıyan biri hissi ile içimi rahatlatmaktadır. Nitekim toplumumuz sanırım devamlılığın sağlanması amacı ile bekarlık müessesine karşı olduğundan çevremdeki kişiler benimde “normal” bir ilişki içine girmemi hatta daha da ileriye gidip ikinci bir evliliğe kadar yol almamı şiddetle önermekteyselerde sakince devamlılığı sağlama adına işte bir cocuğum olduğuna göre kendime düşeni yapmakta olduğum hatta bunun zorluğu ile hemen tüm enerjimi tüketmekte olması nedeniyle daha ötesini yapma potansiyelinde bulunmadığımı ifade etmek zorunda olmak zaman zaman benim kadar sakin ve mütavazi bir insanı bile yormaktadır.