26 Mayıs 2011 Perşembe

  Aslında gerçekten bu kadar öküz biri değilim. En temelinde çay koyup ikram etmek, benim kadar tembel bir evsahibesi için ciddi bir eziyet. Çok keyif alarak sadece sevgilime ikramda bulunur, "sevimli misafirperver evkadını"nı oynamayı eğlenceli bulurum. Bu statüde algılanmayacak her misafire ikram eziyet gibidir benim için, herşey selfservistir, bir kısmı için bu rahatlatıcı bir durumdur, mutfağa girilebilir ve istenilen şey sanki kendi evindeymişcesine rahatça hazırlanılabilir ve ev sahibesi salonda, oturduğu yerden sizinle geyik yapmayı sürdürebilir. Bu iki yönlü bir "iyi" durumdur, misafir için canı istediği zamanda birşeyler içebilmek ve kendisine birşeyler sunulmasını beklemek zorunda olmamak, ev sahibi içinse misafir adına düşünerek hareket etme gerginliğinden kurtulmak. "çay koyayım mı ?" dedim alabildiğine doğal bir öküz ses tonuyla. Misafir "Eee..  bir bardak daha alabilirim eğer zahmet olmazsa" dedi. Hay senin zahmetine, olacak tabii, ama artık sormuş bulundum, üstüne üstlük basitçe "evet" demek yerine bu kadar uzun bir cümleyi dinlemek zorunda kaldığımdan  değerli zihnimi de meşgul etmiş oldun, demedim. Gerçekten demedim.

17 Mayıs 2011 Salı

     Zamansız olmasada ani bastıran sıcağın öğle ortası panikleri içinde evde dolanıyordum. Gereksiz ve içeriği bir hayli değiştirilmiş kısa tatil daha başlamadan eziyete dönüşmüş durumdaydı, bütün valizleri odaya getirmiş, bütün yazlık kıyafetleri yatağa dökmüş, valizler, giysiler takı ve makyaj malzemeleri arasında sürekli bulamadığım birşeyleri arıyordum. Ayakkabılarım, terliklerim ve bir kaç tişörtüm kayıptı. Üstelik yarın yola çıkacaktım ve son anda 2 kişi daha eklenmişti. Oysa tatil, daha keşifsel bir ara olmamalımıydı? Güneye doğru ağır ağır ilerlemeliydi insan, geçtiği kilometrelerin sıcaklığını, yorgunluğunu, yolun bitimsizliğini hissederek, zaman zaman daralan yolun etrafından geçip giden kamyonların, yolcu otobüslerinin heybetli sarsıntıları içinde arabanın savrulduğunu hissederek, sırt ve omuz ağrıların ve sigara içmekten acılaşan ağzınla dumanı açık camdan savurarak ilerlemeliydi. Bir benzinlikte durup tutulan ayaklarınla bir kaç adım atmaya çalışarak ara vermeliydi, küçük kızının yorgun ama hala çocuksu sevincinde etrafında dolanmasını izleyerek.. Tatil yol demek olmalıydı. Anlamsız bir kalabalık içinde geçirelecek 3 günmüydü? Bir uçağa tıkılıp hop yukarda hop aşağıda hop işte havaalanında olmak vardığını hissettirebilirmiydi?, yada hergün aynı ciddiyet ve vakurla gördüğün bir avuç insanı takım elbiseleri içinde değilde yazlık tişörtleri içinde görünce daha mı keyif alınacaktı sohbetlerinden? Küçük kızım mutlu olacaktı işte, diğer ailenin de onun yaşlarında bir çocuğu vardı, buna ihtiyacı vardı, yazları diğer çocukların aileleri gibi bir tatil mekanında kendi akranları ile oynamaya normal bir ebeveyn gibi davranmama ihtiyacı vardı. Kusmak istiyordum ama için için. Benden başka herkes benim adıma kendini iyi hissetmişti bu tatil yüzünden. Annem, ablam, eski eşim, bugüne kadar kalkışmadığım böylesi çocuklu aile versiyonu tatili huzur içinde onaylamışlardı. Şimdi odanın ortasında durmuş, çaresizlikle  dağ gibi kıyafet yığının içinden hiç biri işime yaramayacak birşeyler bulup hızla valizime tıkıştırıyor, bir ikincisini muhtelif malzemelere ayırıyor, vazgeçiyor, iki valizi 3 gün için fazla bulup bir tanesine sığıştırmaya çalışıyor, başaramıyordum. En sonunda bu durumla başa çıkamayacağımı fark edip yığının üzerine uzandım, ve ulises'in en pornografik bölümlerini okuyarak uyumsuz ve yalnız ebeveynliğimi joyce'un ironik cümlelerinin akışına teslim ettim. (8 yılda 589 sayfa! yaşasın joyce, yaşasın kalan 220 sayfa!)
       Saçma olduğunun farkındaydım. Oturuyordum, oturma eyleminin beni terk ettiği devinimsizlik içinde hayal kırıklığımı yaşıyordum. Mutsuzdum. Biri sanki kırmızı başlıklı kızı iğfal etmişti, kalakalmıştım. Altıkırkbeş yayıncılık, ilk gençlik hayallerimin en baş en asli kahramınıydı bir kere. Yazacağım, uzun yıllardır yazıp yazıp atmakta olduğum, ama eninde sonunda atmamaya karar vereceğim romanım orada yayınlanacaktı, bütün üniversite yıllarımda kitabımın sadece burada yayınlanacağını düşünmüştüm. Dost kitabevinin ayakta dikilip kitap okuma dönemlerinde bir kitap almıştım ve ilk sayfasında "altıkırkbeş yayıncılık bir kaybedenler kulubü tribidir" cümlesini okumuştum.  Basit bir cümlemiydi. Çok içtendi. 90 yılların başları. Karalar giyinip, sakarya caddesi kaldırımlarında bira içtiğim dönemleri hayatımın. Kitaptan çok yayınevinin ilk sayfaya ilave ettiği o paragraf hoşuma gitmişti, yayınevi hangi kitabı basarsa almaya karar vermiştim, neyse ki iyi kitaplar basılıyordu, az sayıda da olsa. Tabii ki verdiğim bütün kararlar gibi unutup gittim, bir süre sonra yayınevinin adını bile unutmuştum. Evliliğimin ilk yılında bir "başarı" olarak istanbul'a yerleştiğimde  kitap fuarının kataloğu elimde yayınevinin adını okuduğumda gülümsemiş kısa bir süre hatırlamıştım. Tepebaşı'ndaki son fuardı, eşim o kalabalığa kendisini soktuğum için kibar küfürlerini sıralamaktaydı sürekli ve girişin kenarında kalmıştık, ilerlemeye cesaret edemeden. Sağ tarafta bir yerde yine üniversite yıllarımda meftunu olduğum "hayalet gemi" dergileri vardı, eski sayılarını karıştırırken fuarda daha ilerilere gitme konusunda ısrarcı ve dırdırcı olmamamın  ödülü olarak "hadi hepsini alalım" demişti eşim, bütün eksik sayıları toparlamıştık, altıkırkbeş yayıncılık standını unutmuştum çoktan. 10 yıl sonra kanepemde yayılıp günü geçirme kaygısızlığı içinde izlediğim kötü türk filminin başında yayınevi adının aslında altıkırkbeş olmadığı, kötü bir tesadüf olduğu umuduna kapılmış, midemi tuta tuta ve acı içinde filmi sonuna kadar izlemiştim.  Sırf haklı olduğumu göreyim diye. Haksızdım. Adamın adı bile yayınevi sahibinin adı ile aynıydı. Saçma olduğunun farkındaydım. Mutsuzdum yinede. Geçmiş değerlerime saldırı almışlık hissiyle yayınevi sitesinde dolanırken, "dosya gönderme şartları"na ilişti gözlerim. Tüm mutsuzluğumun içinde gönderilebilecek bir dosyamın bile olmadığını fark ederek, içim buruk, bir sigara daha yaktım.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

"Aşk iki kişilik bir mevsimdir." Bir mayıs akşam üstünde içilen çay. Geçici bir ısınma halidir, hayata, kendine, şehre. Başına olmadık işler açılma ihtimaline kendini teslim ediştir, gözlerini kapayıp hissedebilmektir, müziği, rengi, ve sigaranın tadını yeniden keşfetmektir. Aşk övgüdür yaşama, aklın ve ölümün olumsuzlanmasıdır.