7 Aralık 2016 Çarşamba

Bir an gitme fırsatın olduğunu fark ediyorsun. Daha büyük bir şaşkınlıkla  "gitme" eyleminin artık senin için o kadar kolay olmadığını da. "Neden düşünüyorsun ki? sen orada mutsuzsun". Mutsuzum. Bu kilometrelerce öteden bile o kadar belliyken yorgunluğum mu beni duraklatan. Ya da umut etmenin hırpalayan sessizliği. Bana umut verme İstanbul!.. canımı yakma.

18 Kasım 2016 Cuma

  Güzelim yüzünde göz yaşları incecik bir yol bırakarak yanaklarından süzülürken, "ama seni o kadar beğeniyordum ki, sen olmak istiyordum anne. şimdi böyle hissetmiyorum" diyor. Sarılıyorum. Tabii ki böyle olacak tatlım diyorum. Büyüyorsun, benden farklı tercihlerin, isteklerin, tarzın olacak. Herkes senin yaşlarında ebeveynini eleştirmeye başlar. Evet beni beğenmeyeceksin, bu gelişimin bir parçası, doğal olan."
"ama söylermisin, birşeyi benim kadar istersen yapmak için herşeyi göze almazmısın şuan?"
"bilmiyorum. yaşlanmanın getirdiklerinden biri de hiçbirşeye çok fazla istek duymamak. senden farklı olarak yoğun duygular hissetmiyorum hayata karşı."
Yüzüme bakıyor anlamaya çalışarak. Ne kadar sinir bozucu bir anne olduğumu düşünüyorum içimden. İnsan böyle bir anneyle nasıl sağlıklı bir çatışma yaşayabilir ki. Evin içi ile dışı bu kadar farklı olursa nasıl kendimizi uzaylı gibi hissetmeyebiliriz ki.

3 Kasım 2016 Perşembe

     İnsan kendini bazen ölesiye kayıp hisseder. Kaybettiği kişi mi, duyguları mı, zaman mı. Her şey uzak bir geçmiştedir, ve elinden hiç bir şey gelmez.

21 Ekim 2016 Cuma

Diş ağrım evre atlayıp baş ağrısına dönüştüğü aylarda bir gün, şiddetli bir baş ağrısından serseme dönmüş halde eve gelip, daha fazla bu şekilde devam edemeyeceğimi fark edince bir doktora gittim. Neylersin ki Aile hekimi değil dişçiye gitmem gerekiyordu. Aile Hekimi yaşlı amca, baktı ve olumsuz bir cık cıklamayla acilen dişine baktırman gerekiyor dedi. Sessizce antibiyotiğini yazarken elime tutuşturdu anlamsız numaralara bakıp, içimden burada yazdığınız ilaçların hiç biri yok, ya eczacı amca kafasına göre ilaç verirse ne olacak diye düşünsemde çıktım. Dişçiye gitmeliydim.

22 Ağustos 2016 Pazartesi















Eski büyük şehir alışkanlıklarımın bir parçası olarak, sokağın ortasında durup yanındakini indiren, hatta  sürücü koltuğundan inip bagajdan valiz çıkaran amca, bir de inen orta yaşlıca hatunla sohbete başlayınca yorgunluk, gerginlik halinden kornaya basıverdim, hiç sevmediğim halde. Adam hiç acele etmeden sağa park etti, ama sağda iki araçlık  boş yer varken, ve bende nasılsa diğer yere park ederim diye niyetlenmişken, amca körlemesine girip tek başına işgal etmişti. Yüzümde nasıl bir ifade belirdiyse inen kadın karşı kaldırıma geçmiş ve bana bakıyordu, "oraya mı park edeceksin" dedi rahat. Böyle sanki uzak bir akrabammış, teyzem yada halammış edasıyla. Sonra adama bağırmaya başladı.
"azcık öteye park etsene kaç kişilik ora! yanaş yanaş!"
Bütün sinirim yerini sıcak bir gülümsemeye bırakırken, adam kadının direktifi doğrultusunda yanaşmaya çalışıyordu. Kadında devam ediyordu, "Köyden fasulye getiriyordum, 10 kilo vardı belki, bırakmışız öbür arabada unutmuşuz"
"ya.. tüh tüh.."
"ya, şimdi inince bi baktım ki yok.. öbür arabada unuttuk kesin. o kadar da canım çıkmıştı toplayana kadar.. onu tartışıyorduk inerken"  Gülmekle  üzülmek arasında kalmıştım, bir iki vahlayıp, adamın bıraktığı yere park ettim. Adam hala bagajda, açık arka kapının derinliklerinde fasulyeyi arıyordu.

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Bütün bunların dışında kalmak istiyordum. Mesela, zamansız yağan yağmurun. Yazın en sıcak günlerinde bile birden bulutlar toparlanıp bir kaç gök gürültüsünün ardından hızla yağabilir. Bu iyi seçenek. Kötü olan nemin gittikçe arttığı ikindi vakitlerinde, nefes alamadan cama bakakalmak. Sonra şehrin ne gerek varsa her tepesine yazılmış adı. Bekle ve martıların sesini dinle. Gözlerini kapat. uzundur işe gelmemenin cezası, terfi sayılabilecek, sana kalırsa angarya yüklemesi. Bu haberi bahşeden kıdemli meslektaş, koltukta dönüyor pek ciddiyetsiz bir halle. "ya. öyle mi." deyişimi o kadar ilgisiz buluyor ki bir başkası tekrarlattırıyor cümleyi.

3 Temmuz 2016 Pazar

boşver herşeyi. dinle sadece.

2 Temmuz 2016 Cumartesi

Hava sıcak. Biliyorsun işte, nemli yapış yapış  haziran sonu. Temmuz başlamış bile olabilir, farkında değilim tarihin bir süredir. Hep aynı şeyleri yaptığımdan mı, yoksa zamanın son bir kaç aydır değişik bir durağanlığa bürünmesinden mi. Okumaya çalışıyorum ama o da istikrarsız gidiyor pek. Bir o tarafa bir bu tarafa atlayıp hiç bir şey yapamıyorum aslında. Eve gelen çiçek yavaşça soluyor. Sakince.

28 Mayıs 2016 Cumartesi

Yaşadığımız o ağır günleri ardımızda bırakıp eve adım attığımızda kızımın yaptığı ilk iş, fırtınalı dönemlerinde kapısına iliştirdiği ve üzerinde "Odama asla girme!" yazılı notu çekip atmak oldu.  Hayatımızın bir evresini birlikte geride bırakmıştık.

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Otelin iki odalı dairesine hapsolmuş, yatak odasına niyetine döşenen kısmında yatağa oturmuş tavana bakıyordum. Bir, iki ve üç. Biri mesaj atıyordu. "otelden çıktın mı?" hayır tabii ki. "birşeye ihtiyacın var mı?" Bir dönem bir grup insan "senin için uygun olan.." diye başlayan cümleler kurardı. Şimdi de "bir şeye ihtiyacın va rmı" diye soruyorlar. Neye ihtiyacım olduğunun farkında değilim. İyi olmadığım kesin. Ne istediğim, ne olması gerektiği ya da bugünün günlerden ne olduğunu karıştırmaya başladım. Sanki aynı sabah hep tekrar ediyor. Uyanıyorum, balkona çıkıp acele bir sigara içip tekrar yatağıma dönüyorum. Uyuyakaldığım yataktan kapının tıkırtısı ile uyanıyorum yeniden. Otel görevlisi abla, elinden kocaman bir kahvaltı tepsisiyle bana gülümsüyor, tepsiyi elinden alıp teşekkür ediyorum. Her sabah aynı kahvaltıyı, meyve suyu, sahanda yumurta bir kaç çeşit peynir zeytin ve simit, iştahla yiyorum. Günün tek öğünüymüş gibi. Sonra yeninden balkon ve sigara. Tüm bunların zamanın sonu yada başlangıcı olduğunu ve hep böyle süreceğini düşünüyorum. Sanki olağan akışında bir yere birşey takıldı ve süreklilik arzetmeye başladı tek bir gün. Otel, güzel ışıklandırılmış bir oda, kahvaltı balkon ve sigara. Hala sigara stoğumun bitmemesinden dışarı çıkmak zorunda olmamanın rahatlığıyla uyuyorum.  O çekmeceyi açışımda hep aynı sayıda paketi duruyor  görüyorum. Oysa balkonda ki paket bitiyor ve ben aynı çekmeceden yenisini açıyorum. Neden azalmıyor. Bir de telefonlar var işte. Birşeye ihtiyacın varmı telefonları. Belki birilerini görürsem, bunun zamanda bir takılma değil, gerçek bir an olduğunu düşüneceğim. Ama nedense sadece telefonda sesler var, ve ben umutsuzca sigara içiyorum balkonda. Kahvaltıyı izleyen saatlerde otelde çalışan bir kaç abla gelip temizlik yapıyorlar ve kahve makinesine üç adet filtre kahve bırakıyorlar. Neden üç. Makineye özel küçük plastik kutucuklar içinde kahveler. İçine atıyorum, düğmesine basıyorum ve öndeki muslukçuktan incecik kahve bardağa dökülüyor. Gerçek olamayacak kadar tuhaf bir görüntü aslında. Her seferinde dökülen kahve miktarı bardağa göre çok az oluyor, ve bir miktar daha su kaynatmak zorunda kalıyorum. Biraz da süt. Süt de azalmıyor buzdolabında. İyi değilim kesin.

5 Nisan 2016 Salı

Sen bulut. Ben deniz.
"Ne okuyorsunuz?" dedi kadın. Yüzüne bakmayı sürdürünce kendi kendine "kırkyedililer" diye mırıldandı. Hiçbir fikri yoktu hangi kırkyediden bahsedildiğine dair. Bu yüzdende konuyla ilgili ikinci bir cümle kurmaktan kaçınarak masanına geçti. Bense biraz önce önüme bırakılmış çayımı yudumlayarak kelimelere gömüldüm. Birazdan gelen anne oğul, masanın önündeki iki rahat koltuğa yerleşip annenin sürekli konuşması başlayana kadar çayımla ve romanımla ilgilenmeye devam ettim. Yeni gelen "danışanlar" gereksiz bir gürültü içindeydiler, anne sürekli yakınıyor, oğul buraya getirilirkenki isteksizliğini sürekli oflama ve puflamalarla ifade ediyordu. Anne benden yana sadece iki kere bakarak konuşmayı sürdürürken, psikolog oğulu gönülsüzlüğüne aldırmayan bir enerji ile arka odaya götürdü. Anne bu sırada sürekli buradaki herkesin tanıdık olduğunu, bilmem ne teyze ile feşmekan teyzeninde tıpkı kendisi gibi olduğu, onlarada rahatça konuşabileceğini söylemiş, beni bu tuhaf açıklamaları ile neredeyse yıldırmıştı. Bana kitabı soran ve daha çok organizasyon işiyle ilgilendiği belli olan kadın anneye hiç müdahale etmeden dinliyor, arada bana bakıyordu. Anne çocuk içeri girdiği anda oğlundan bahsetmeye başlamıştı. Kadınlara karşı fobisi var diye söze başlayıp, oğlunun kadınları aptal ve beceriksiz buluşu ile devam edip , en sonunda aslında bütün bunların müsebibi olan kocasına geçmişti. Evet, kocası bütün kadınların aptal beceriksiz, sırf yemek, bulaşık, temizlik gibi işler için varolduğunu düşünen biriydi, hatta onsekiz yıllık evliliğinde olmuyorsa boşanalım bile demişti. Adamla onsekiz yıldır evlisin ve adam böyle düşünüyorsa bu düşüncede bir katkın olduğunu düşünüyormusun diye sormak geldi içimden. Bunun yerine elimdeki kitabı çantaya koyup cep telefonumla oynayarak, bir yabancı olarak sizi dinlemeye başladım imajı vermeye çalıştım. Oysa dinlemek aktif eyleminden çok bu anlatıya maruz kalmaktı durumum.
  Çocuğu buna maruz bırakıyorsunuz diyordum dostuma. Dostum duymuyordu. Yada sadece öyle öfkeliydi ki ona haksızlık ettiklerini düşündüklerini, herkese karşı kendini sürekli savunma halinden kendini alamıyordu. Yılların sabrı, dayandığı öğreti-ortada iki çocuk var- boşa düşünce çatlamıştı. Sonra o öfkeli kadın sesi. "sana değer vermesem iki çocuğunun kahrını çekmem." Neredeyse kanımı donduran. İki farklı ebeveyn hali. Çocuklar için sana katlanmakla, senin için çocuklara katlanmak.
Sevgili kuzum. Nasıl bir ebeveyn olduğumu sen yazacaksın, ben bilemesemde. Bildiğim tek şey varlığının benim için ne kadar büyük bir mucize oluşu.

18 Mart 2016 Cuma

Bilmiyordum. Zamanın nasıl geçtiğini, yada neden hala burada, masanın başında, dalgın gözlerle pencerenin dışına, şehrin buruk, gri, kasım sabahı görüntüsüne baktığımı. Radyoda yaşlı adamın yarım yamalak sesi. "yaşlanıyoruz" diyordu dostun sesi. "yaşlanıyoruz, bu iyi bir şey, kötü olan hayatın yaşlanmaya rağmen yavaşlamaması. Yorucu olan bu."
Oysa yavaş bir şehirde yaşadığım söylenebilirdi. İnsanların alışkın olduğunun tersine gergin, kaygılı yüz ifadeleriyle hızla bir yerden bir yere koşturmadığı bir yerde. Yine de nasıl oluyorsa, beş yıl önce belki de bir gün buraya ziyaret için değil yerleşik olarak gelmiş olacağım ve bu yolda yürüyeceğim diye düşündüğüm anı hatırlayarak, yani artık bu şehirde mi yaşıyorum, yoksa hala o anda mıyım, diye şaşırabiliyorum. Geçen onca zamana karşı.

16 Mart 2016 Çarşamba

İşte yine bir ergenlik fırtınası sonrası soluğu psikologta almıştık, eğlenceli bir oyundaydık. Oyun anne baba ve çocuğun kendini ve diğer iki kişiyi simgelemesi üzerine birer oyuncak bulup, isimler yazılı beyaz bir kağıt üzerine koymamızla başlıyordu. Psikolog raflarda yer alan herhangi bir oyuncağı alabileceğimizi söyledi. Yumuşak koltuklarımızdan kalkıp rafa ilerledik, kuzum kikirdeyerek öküz var mı anne görebiliyormusun oyuncaklarda dedi. Güldüm, ses etmeden önce kendi tercihlerini yapmasını bekledim. Her üç simgeyi bulunca, ben de kendi simgelerimi buldum, tabii ki bir öküz de minik plastikler oyuncakların arasından ben buldum ve, aman babası hakkında ne hissettiğimi belli etmeyeyim kaygısı olmaksızın gönül rahatlığıyla exhusband ökhüzünün adı üzerine bıraktım. Gerçekten rahatlatıcı bir deneyimdi. Seans sonunda nispeten uygun bir ödeme yapıp çıktık. Soğuk mart akşamında kikirdeyerek eve yürürken, kuzum durdu ve "babama öküz diyebilmek için x.-lira ödedik" dedi. Bir yandan gülerek bir yandan benim adımın üzerine koyduğu kanguruyu düşünüyordum.

2 Şubat 2016 Salı

O kadar uzun zaman geçti ki. Ben bile unuttum bir zamanlar dertleştiğim bu pencereyi. Sonra nedense toplanmak, taşınmak yeniden yerleşmeye çalışmakla geçen sürede üstüne hastalıkta eklenince kendi başıma kaldığımı hissettim. Uzun zamandır hissetmediğim bir yalnızlık duygusu. Sahilde yürüdüm biraz. Karadenizin boyu üç metreyi bulan çamurlu dalgalarını sahile bırakılmış kayalara vuruşunu izledim.  Boğazımın ağrısı, bedenimin ölü yorgunluğu, soğuk. İnsan ne kadar kaybeder. Ne kadar daha. Gözlerimi kapadım biran. Solumda otobandan hızla geçen arabaların gürültüsü, sağımda denizin hırçın sesi. Ne kadar daha.