29 Ocak 2011 Cumartesi

KARŞILAŞMA 2

   Ben küçük ilçenin ortasında ayakta durmuş beklerken ağabeyim karşıdan sakince bana doğru yürümekteydi. Arabasını köşedeki fırının önüne park etmişti, bir yirmibeş metre mesafeye. Elimdeki bir kaç bavul kımıldamaya çalıştım. Gün ilçenin soğuk günlerindendi, genelde sakin geçen kışların insanın soğuğu kemiklerininin sızısıyla hissettiği nadir günlerinden. Deniz arka planda kararmış iyice, beyaz köpüklü hırçın dalgaları kendini bunca zalimce sınırlayan otobana doğru vuruyordu. Öğle vakitleri. Yaklaştıkça yüzünde sıkıntılı bir hal olduğunu fark ettim ama aldırmadım, her zamanki halleri diye düşündüm. Sakince sarıldık. Annem nerde diye düşündüm ilk. Şaşırmıştım, annem mutlaka olurdu yanında, "hadi gelsene" dedi kayıtsız görünmeye çalışarak.  Birşey sormadım. Valizlerden küçük olanı aldı, bende diğerini arkasından yürümeye başladım. Ailenin bütün erkekleri gibi, oda biraz önde yürüyor, yanındakinin çok farkında olmuyordu. Arabaya vardığımızda bir tuhaflık fark ettim. Sesimi çıkarmadım yinede. Annemin eşarbı ön koltukta duruyordu. Bu eşarp ait olduğu baştan asla çıkmazdı ki araba gibi umuma açık bir yerde. Belki köyde yazmasını geçirmiştir diye düşündüm. Böyle saçma bir ayrıntı kimin aklına takılabilirdi ki. Kolunu alışkın olmadığım bir rahatlıkla sol kapının camına yaslayıp arabayı çalıştırdı. İlçenin arka yoluna vurdu arabayı, mezarlığın arkasından geçen, eve doğru çok dik bir yokuşu zorlayan yola. Seslenmedim yinede. Hızlıca terreddütsüz çıktı yokuşu eski reanult, nihayet apartmanın önüne gelene kadar da yorgun motorun öksürüp tıksırdığını duymadım. Bir tuhaflık var diyordum içimden. Anlayamıyordum. Arabayı park yerine kadar bıraktı Ağabeyim. Valizleri alıp yürümeye başladık. Sakin ağır adımlarla asansöre yöneldi. son onbeş yıldır hiç binmediği asansöre. Şaşkınlıkla durdum hangi yöne gideceğimi bilemeden. "gelsene" dedi sadece. Gülümseyip bindim asansöre. Sormadım hiçbirşey. Asansör dördüncü katta durduğunda da telaşsızca itti ağır kapıyı. Hatta bir ara ağır kapı tereddüt eder gibi olunca "hep böyle yapıyor bu da" diye söylendi. Sustum yinede. Kapıyı anahtarla açtı. Annem nerede diyecek gibi oldum ama adımımı atar atmaz kalakaldım. Salonun orta yerinde annemin ceviz sehpaları yerine devasa bir orta sehpa duruyordu, üstü kitaplar, kağıtlar notlarla doluydu, hatta bir iki kirli bardak da. Girişin hemen yanında duran eski kanepe ortalıktan kaybolmuştu, onun yerine ütü masası açılmış, kenarında ütü konmuş duruyordu. "Kanepeye ne oldu" diye mırıldanacak oldum ki bu arada salona doğru birkaç adım daha atmıştım kenarda duran vitrinin de olmadığını fark ettim. Bu sefer daha yüksek sesle "ağbi.. vitrin nerde?" dedim dehşetle. "Annem rahmetliden sonra attık ya onları unuttunmu?" dedi kayıtsızca, valiz elinde arka odaya yürüdü. Köşeye oturdum. Düşünmeye ne yapmam gerektiğini anlamaya çalıştım. Annem nerdeydi. Niye yoktu. Ağbimi uzun süre yalnız bırakmaması gerektiğini bilmiyormuydu? Kaç gündür yoktu acaba. Oysa daha iki gün olmamıştı telefonda konuşalı, uzun uzun ne zaman uçağa bineceğimi, sonra ilçeye gitmek için hangi otobüse kaçta bineceğimi nasılsa ağbimin beni alacağını anlatmıştım ya. Demek bu konuşmaları yaparken annem ağabeyimin yanında değildi. Yokluğunda o çok sevdiği ama artık gerçekten çok eskimiş olan vitrinin atıldığını görünce ne kadar kızacaktı kimbilir. Biz üzülmeyelim diye kavga ettiklerini anlatmamış olmalıydı, ve çekip gitmişti heralde, her esaslı kavganın ardından "zaten çekip gideceğim!" tehdidini bu sefer gerçekleştirmişti işte, biz karışmayalım diye de haber vermemiş olacaklardı. Ya ağabeyim? Nasıl bir şoktaydı ki annem rahmetli kelimeleri ağzdından dökülmüştü? Karnıma bir sancı girmişti ağır ağır, bir yandan iki büklüm oturuyor bir yandan ne yapacağıma karar vermeye çalışıyordum. Ya yıllardır klostrofobi çeken ağbim nasılda öyle günlük bir rutin gibi asansöre binmişti? Valizleri bırakıp yanıma döndüğünde beni koltukta iki büklüm görünce şaşkınca yüzüme baktı.
 "iyi değilsin sen? ne oldu? hala vitrin davası mı? atarken de çokmızmızlanmıştın zaten."
"nasıl iyi değilim? yok birşeyim. sen asıl.." dedim. ama devam edemeden sustum.
"Yoksa.. sen.. ilaçlarını bıraktınmı?" dedi soğuk bir tonla.
"hangi ilaçlarımı?"
"her zaman kullandıklarını semiha. hatırlamıyorsun değilmi? hiçbir kısmını hatırlamıyorsun." Daha birşey söylemedi. Kırık bir ses tonuyla karşıma oturdu sadece. İkimizde şimdi aynı kaygıyla birbirimize bakıyorduk. İkimizde bu eski evde ne yapacağımızı bilemez haldeydik. Kendimi evden dışarı atıp hüngür hüngür ağlamak istiyordum daha çok. Bu aşamaya geleceğini biliyordum. Birgün böyle olacağını. Ne kadar yanlış bir zamanda gitmişti annem. Zamanlaması hep kötüydü zaten.
"Yoldan geldin, karnın açmı?" dedi. Hayır anlamında başımı salladım. Hala sakince davranıyordu, ama azönceki konuşmadan sonra yüzüne bir kaygı bulutu gelip oturmuştu, ne yapsa elini ayağını nereye koysa, yüzünde hangi ifade olsa bulanıklaşıyordu.
"Yorgunsundur, sen uzan dinlen istersen. Benim biraz işim var, az aşağıya inip bir hastaya bakmamız lazım arkadaşla beraber. Sonra döneriz. Dinlen sen.. " deyip hızlıca çıkıverdi. Evden çıkmak, yardım istemek gerekliydi. Ama kimden? Annem neredeydi? Çok kızmış olmalıydı bu sefer. Kesin uzak biryerlere gitmişti. Kesin çok zaman geçmişti de benim hiç haberim olmamıştı. Gerçekten çok yorgundum. İçim sızlayarak uzandım kanepeye.
Neden sonra artık havanın alacakaranlık olduğu bir anda gözlerimi açmaya çalışırken birkaç yabancı yüzün üzerime doğru eğilmiş bana bakmakta olduklarını gördüm. Ağbimin hemşiresi de yanıma gelmiş kolumu sıyırıyordu, elindeki enjektörü hızlıca damarıma sapladı, çok yavaş ağır gelen bir sakinlik hissettim sadece, çığlık atacak kadar korkmuşken. Kimbilir neler söylemişti onlara. Kimbilir.. benim için...ben.. b...

KARŞILAŞMA 1

Yanlış zaman ve içerikte karşılaşmalar. Müzik bir duygu aktarımı olduğuna göre, gerekli müzikleri dinleyerek ruh halimizi, duygularımızı etkileyebiliriz. Bilinçli olarak kendimizi, iyi, kötü, hüzünlü yada sevinçli hissedebiliriz. Bir karşılaşma öncesinde yeterli müzik dinleyerek insan bakış açısını değiştirebilir belki de. Yeteri kadar müzik dinlersem pastadan payıma düşen küçük dilimi keyifle yiyebilirmiyim? Kremasının aslında yana doğru hafif kaykılmış olduğunu değil de küçük çikolata toplarının çokluğunu mu görürüm?

26 Ocak 2011 Çarşamba

İşte yeniden ders çalışıyorum. Uzun zaman olmuştu, lisansüstünün karman çorman koşturmaca günlerini saymazsak, ders çalışmanın dışında bir okuma, anlatma, slayt hazırlama gibiydi, birde vaktinde işe okula ve eve yetişme kaygı-çabalarıyla doluydu daha çok, beş yıldır ilk kez. Notlarım, cici renkli kalemlerim, etrafa yaydığım kağıtlarım. Altlarını çizip önemsediğim cümleler, tekrar tekrar yazdığım. Seviyorum ders çalışmayı. Kendimi iyi ve yenilenebilir hissettiriyor bana. Saçma olduğunun farkındayım bunun. Kahve ile tükettiğim saatler, hatta belki beş yıl önceki gibi bir kaç özel vitamin hapına da başlarım, çantamın bir yerlerinde hep özetlerimi de taşıyabilirim yeniden, hele de bu hummalı çalışmaya eşlik edebilecek benim kadar zeki olmasada en azından hırslı bir kaç arkadaş da bulabilirsem, keyifli bile olabilir. Rahmetli kuzenim, üniveriste günlerimde mutfak masasında kurduğum ders notu, radyo, içecek, sigara düzeneğinde finallere hazırlanmama şahit olduğunda, içerde onca misafir patırtı gürültü varken böyle kendimi umursamazcasına verebilişime hayret etmişti " ne kadar keyifle ders çalışıyorsun" demişti. Uzun üniversite yıllarından sonra işe girme sınavları, işe girdikten sonra yeterlilik, uzun anlamsız süreçler. Yeniden ders çalışılabilir mi? Yaşlanmadım mı artık? İkinci evlilik gibi birşey. İçten içe olmasın istediğiniz. Olsa da iyi olur belki ama? Belki-ama-fakat-lakin-yinede. Ders çalışmayı seviyorum.

18 Ocak 2011 Salı

julian bream'in kadın olduğunu sanıyordum. Klasik gitar heveslerimin ilk dönemleri. Cumartesi sabahları görece erken kalkıp trt'den 'gitar sevenler için' programını dinleyip dinleyip kayıt yapmaya çalışırdım. Rec tuşları ömrümüzün. Eve ilk kasetçalar girdiğinde daha küçüktük ve nedense o zamanlar benim için anlamı müzik dinlemek yerine kayıt yapmaktı. Seslerimizi kasede almak. Bebekliğimin sesleri, ağabeyimin garip hecelerle beni güldürdüğü kayıt. Annem bu anı, bebek beni güldürülebilen kimse olmadığını ama birtek ağabeyimin sesine tepki verdiğim şeklinde anlatırdı. Bir garip rekabet duygusumu? Kuzenin bekar evinde gördüğü gitarla başlamış ağabeyimin merakı. Sonra kuzen, yeteri kadar yaşlandığında yani sadece bir yıl sonra, gitarını ağabeyime vermişti. Ucubik renklerle dolu bir pop gitar. Telleri keskin. Biraz oyalandı ağabeyim. Üniversiteye girip üç ayda bir burs almaya başladığımda bursun tasarrufu sadece bana verildiğinden bir klasik gitar aldım. Gitar almakla olmuyordu sadece, pek kalın bir metod buldum sağdan soldan, fotokopi yapıp güzelce bir dosyaya yerleştirdim. Gitar metodunu veren, "nasılsa bunları çalamazsın" demişti. İçim kırıklıklarla dolu ama yılmadan almıştım. Bir süre ders almayı başardım, ancak o dönemin yoklukları içinde düzgün bir yerden ders almak zordu, bu yüzden basit bir kültür merkezinin ticari kaygılar dışında hiç bir derdi olmayan tuhaf bir hocası ile başladım. Sürümden kazanma mantığı. Müziğin, popülerliğin kazanca dönüştürülebilmesi. Hoca bizi o kadar ilgisiz görüyordu ki, hiç birimizi umursamıyor, içimizden güzelce olan bir kıza şarkı söyletiyordu. Hayal kırıklığı. Çok sonraları kendime daha "ciddi" hatta hayli ciddi bir hoca bulduğumda, gerçi bana "çirkin ördeğim" gibi sıfatlarla hitap etsede bu tamamen masala bir gönderme idi ve ciddiyetiyle ilgili değildi, bana iyi bir müzik kulağım olduğundan ancak 20 yaşında artık kemik gelişimim tamamlandığı için o fotokopisini yaptığım devasa metodda bulunan bir çok parçayı çalmam için çok uğraşmam gerektiğini acı bir dost söylemi olarak net ve keskince anlatmıştı. O da john williams'ın öğrencisi olamamıştı zaten, hayal kırıklığı dediğin nedir ki? Şimdi küçük kızım 3/4lük gitarını eline alıp olanca kuvvetiyle tellere bastığında kendi kendime benden iyi olduğunu itiraf ederken içimde az olsa bir rahatsızlık duygusumu oluyor yoksa sessiz bir gurur mu? Hayal kırıklığı dediğin nedir ki, Julien Bream'in kadın olmadığı gerçeğini bunca yıl sonra öğrenecek kadar umursamadığın bir alan için.

11 Ocak 2011 Salı

Huzursuz ve sıkıntılı bir tanpınar gecesinde daha siz beynimin yanlız nöronları başbaşayız işte. Karşınızda ki ekranda osmanlıca sözlük açılmış, msn listenizde kadim dostunuz gık derseniz bir yığın küfürü 3 saniyede sıralayarak sizi bütün edebi hayallerinizden mahrum bırakabilir. Ama hayal kurmak iyidir. Sakin bir istanbul gecesinde daha, yazı masanızda hafif geriye kaykılmış sinir içinde biryerlerde okuduğunuz o tek bir paragrafın altüst edişi ile başetmeye çalışıyorsunuz bir yandan. Terminalde satılan parfüm. Trabzon geceleri. Yılın ilk günleri. Hava sıcaklığı 2 derece. Pencereniz açık, yoldan uyumayan şehrin gereksiz araba gürültüleri doluyor odanıza. Eskiden aşağıda ki otopark bekçisinin kulübesinden taa odanıza dolan arabesk şarkılarına benzeyen ama çok daha hafif, zar zor duyulan bir şarkı. Hayalet şarkı. İçtiğiniz otuzdördüncü sigaranızın dumanı usulca savruluyor, bu odada içmeyeceğinize karar vermiştiniz oysa ki, gereksiz bütün kararlarınız gibi hiç uygulanmamaya mahkum. Elmasuyunuz ise çoktan bitmiş. Masanızda dizili duran bardakları kaldırıp mutfağa bırakmaya, tamamen dolu durumdaki kül tablasını boşaltmaya haliniz yok. Günün yorgunluğu değil bu. Gecenin sıkıntısı sadece. Size ait olan tek zaman dilimine ihanetiniz. Başka birşey değil.

7 Ocak 2011 Cuma

Onu bazı sabahlar kocaman köpeği ile birlikte, sırtında devasa çuvalı, elinde uzun demir ucu eğik çubuğu, çöpün yanında görürdüm. Başını çöp konteynırına eğer çubuğuyla uzun uzun karıştırır, işe yarar birşeyler varsa çuvalına atardı. Hep uzun kahverengi etekleri, oksijenle sarartılmış yapış yapış omuzlarından dökülen saçları, kirden koyulaşmış teniyle bir çizgiroman kahramanı kıvamında yürürdü. Büyük sokak köpeği, sakince ve kendiliğinden yanı sıra yürür, bazen durup etrafına bakınır, hele bir çöp konteynırına eğilmişse daha bir dikkat kesilirdi. Tüm kirine, çamuruna rağmen hayatımda gördüğüm en güzel kadınlardan biriydi. Bir akşam yorgunca işten dönmekteyken, yokuşu ağır ağır adımlıyordum ki, apartmanın kapısında köpeği yalnız ve uysal beklerken buldum. Yüzüme eski bir tanıdıkmışım gibi hüzünle baktı, sonra kahverengi gözlerini ayaklarıma doğru eğdi. İçim burkulmuş izledim köpeği, her daim çok korkmama rağmen, o kadar mutsuzdu ki, eğilip başını okşadım. sessizce ayaklarıma uzattı başını, biraz kokladı sonra gerisin geri oturdu. O zaman devasa çuvalın çöp kutusunun yanında olduğunu fark ettim, akşamın karanlığında kenarına iliştirilmiş demir çubukla beraber duruyordu. Neden sonra kadın belirdi, üzerinde kışın zemheri soğuğuna rağmen bir hırka ve uzun eteği ile sakince yürüdü, karşı apartman kapısından çıkmıştı, çuvalına doğru ilerledi, köpeği yavaş sakin adımlarla yanına doğru ama çok da yaklaşmadan ilerledi. Bir an gözlerini kaldırdı ve yüzüme baktı. Aslında kapısını açıp içeriye girebileceğim bir evim olmasının yada yiyeceğimi sağlamak için çöpleri karıştırmamanın sadece bir tesadüften ibaret olması yalın gerçeği ile burun buruna gelmiş, sıkıntıyla eğdim yüzümü.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Ana haber bültenine çıkmış iki üniversiteli çocuk, daha 14üne gelmeden etrafa göz süzmeye kalkan taze misali takım elbiselerini giymiş, tuhaf bir ciddiyetle sunucunun sözü kendilerine bırakmasını bekliyorlar. Bu takım elbiseli kravatlı halleriyle belli ki sokaklarda üstlerine tazyikli su fışkırtılan yaşıtlarından ne kadar farklı ve cici olduklarını gösterme çabasındalar. Oysaki ömürlerinin takım elbise giymeyebilecekleri en güzel çağlarındalar, ve kalan büyük kısmını ise o kıyafete mahkum geçirecekler, onları izleyen bizler için, bu gerçeği bu kadar net gördüğümüz halde gerçekten ne kadar aklı başında çocuklar duygusu yaratabilir mi bu halleri? Kimbilir. Nihayet sunucu onlara söz verdiğinde bir tanesi gösteri yapanların ne kadar siyasi olduklarından dem vuruyor üstü kapalı, "peki ya sizin talebiniz ne olacak" sorusuna ise mecliste temsil yetkisi diye cevap veriyor heyecanla. 18-25 yaş arasının mecliste temsil edilmediği böyle bir temsilin ne kadar yararlı olabileceğini anlatıyor. Gözlerimi kapatıp gülümsüyorum. Bu cici öğrencinin hiç siyasi olmayan talebinede bakın hele. Harçların zamlanmasını protesto edenler siyasi. Mecliste temsil yetkisi isteyen siyasi değil. Sevgili dostum arsan. Benimde kavramlarla aram çok iyi değil biliyorum, ama bu ironi değildir de nedir?