3 Aralık 2011 Cumartesi

KEDİ

Sanki hiç olmayacak hayalleriyle bana baskıcı, yalın bir merhaba yakınsaması içinde; evinin gizli kalmış kenar köşelerinde anlamsız bir bakış gibiydi. Rona. Kal burda. Yanımda. Uzakta. Nicedir bilmediğim bu yoksunluk duygusu esir ederken beni. Aslında evin bir koltuğunun altında gizlice saklanmış beni izlemekte olduğun duygusu. Buralardan- buralı olmadığın duygusu. Ne zaman sabahın köründe uyanıp kör bir ayılma tutkusu ile koridorda yürümeye başlasam aynı izlenme duygusu. O kotluğun altında saydam gözlerini üzerine saplamış kımıltısız yatarken, hayır, senin farkında değilim aslında diyememe, demek isteme, kıvranma hali. Yaşadığının bile farkında değilim. Sadece devam etme sürdürme hayatı anlamında beslenmen gerektiğinde kabına bırakıverdim, kuru, anlamsız koyu renkli sert bisküvileri kıtırdatma. Yeme. Beni yiyorsun aslında. Azar azar. Tüm yaşamımı. Uzun bıyıklarını her titreştirdiğinde annemin yine ne yaptın cümlesine benzer eleştirel kötü bir bakış yerleşir yüzüne. Hayır. Koltuğun altından bana baktığını görmüyorum işte. Farkında değilim senin. Yalnızca yemek için çıkıp soluk gri tüylerle kaplı vücudunu fütursuzca ayaklarıma sürtüp, ben burdayım, hadi beni besle derken farkediyorum seni. Aslında diğer zamanlarda umursamıyorum işte. Hayır, bütün bunlar, bu karman çorman ev, mutfakta biriken haftalık bulaşıklarım, çamaşır makinesinde beş gün öncesinde yıkatıp, bir türlü asamadığım iççamaşırlarım, darmadağın hayatımın başarısızlık abideleri. Yorgunum. Uyuyamıyorum. Kendim olduğum zaman hayat sürükeleyecek sanıyordum. Olmuyor. Gecenin bir vakti yatağımda gözlerim sıkıcı bir rüyadan karanlığa açılıyor. Odadaki dolap, ütü masası, makyaj malzemelerimin durduğu uzundur yanına uğramadığım tuvalet masası, hiç dönüp bakmadığım ayna, devasalaşıp daha bir karanlıklaşıyor. Uyku amansız, terkediyor. Kalkıp koridorda yürümeye başlıyorum, koridor iyi, hiç eşya yok, yere atılmış, kimbilir hangi yakınım tarafından zorla aldırılmış kilim dışında. Odayı salona bağlayan biçimsiz evin uzun koridoru. Salondaki koltuğu bile görme imkanı yok orada. Salondaki tekli koltuk, her açtığımda saçma sapan programları gösteren televizyon, bana sırt ağrılarımı hatırlatan geniş kanepe, hepsi gecenin bu saatinde katlanılamaz görüntüler halini aldığından oraya da giremiyorum. Sadece koridor. Her adımda beni koltuğun altından silkinip mucizevi bir açıyla aralı kapıdan görebildiğini bilidiğim halde umursamıyormuş gibi davranıyorum. Bazen, onu tamamen unuttuğumu sandığı anlarda kapıya yakın bir yerlerde duran kum kovasına gidiyor. Hayır, bu basit bir ihtiyaç değil. Bana inat olsun diye, varolduğunu, ürettikleri, tükettikleri olduğunu bana rağmen yaşadığını, devam edeceğini bildirir bir halle, isyankar bir şekilde yapıyor. İşi bitip kumları geniş patileriyle karıştırmaya başladığında işte diyor sende biliyorsun ki kurtuluş yok. Kurtuluş nerede. Birazda bunun böyle gitmeyeceğine dair. Hayır gidecek Rona. Korkularım, ben, ve bu koridor, sana rağmen böyle devam edecek. Oturup kalakalacağım işte. Köşedeki bakkaldan başka kimse sevmeyecek beni. Ben ağır, yavaş, bir ölümle öleceğim. Korkularım evle devam edecek. Sana rağmen. Evin dışı daha karman çorman, katlanılamaz çokluğu ayrıntıların. Annem öleli daha iki gün olmuştu bu eve yerleştiğimde. Herkes yasın sonunda döneceğim sanıyordu. Dönmedim Rona. Seninle kaldım. Hem sen yokmuş gibi davranarak, hem sana inat, hem senin için. Annemin her ayrıntısını titizlikle güzelleştirdiği evin yavaş yavaş hantallaştığını, kirlendiğini, biçim değiştirdiğini görebilmek için. Yaşamamak için kaldım Rona. Sana rağmen. Şimdi dar koridorda bir ileri bir geri yürürken, ayağımda rahat geniş terliklerim usulca adımlarıma uymaya çalışırken, bana senin varlığını inkar etmenin kazandıracaklarını düşünüyorum. Aslında yürümekten çok yoruldum, ama odama dönebilecek cesaretim yok, sanki yatağım geniş, sıcak, yumuşak bir yer değilde, soğuk, beton bir avlu, giremediğin bir kapının önünde, yorgunluktan kıvrıldığın, beklemekten sıkılmış. Hepsi senin yüzünden Rona. İkimiz bu eve fazlayız. Beni sevmiyorsun biliyorum, kuyruğunu her dikişte yüzüme hırslı öfkeli bakışlarını saplıyorsun, anlıyorum, yinede aldırmadığımı düşünmeni istiyorum, aldırmazsam sen yenilirsin sanıyorum. Artık yadırgamazsın, koltuğun altına girdiğinde aslında tek derdinin koltuk örtüsünün püskülleriyle oynamak olduğunu düşünürüm. Oysa ilk geldiğim günlerde öpersem prense bile dönüşebilecek masalsı bir yaratık oluğunu düşünmüştüm, belki kötü cadı büyülemişti mesela, yoksa annem yıllar yılı evini neden paylaşsındı ki, ki annem ne kocası ne iki çocuğuyla aynı evde yaşamaya dayanmamış bir kadındı, herhangi bir canlıya, soluk alıp veren, arasıra da olsa konuşulup, iletişim kurmaya ihtiyaç duyan, kirlenen, tüketen bir başkasına nasıl tahammül etsindi ki. Rona'ya her baktığımda yüzünde annemin bakışından, öfkeli, hayal kırıklıklarıyla dolu kötücül gözlerinden bir an görür gibi olmuştum, niye sonra alışmamanın kabul etmemenin tek yol olduğunu farketmiştim. Tek ortak yönümüz yadırgamak Rona. Sen kaldığın sürece, ben devam edeceğim. Bazı geceler açık duran pencereden soğuk kasım ikindisine doğru kaçıp gideceğini hayat etmiştim. Bir daha dönmeyeceğini. Kaçmak, banamı mahsus. Kaçıp gidebilmek, geride bırakabilmek. Ama geri, ne kadar geridede olsa, bir yerlerde var hep. Yüzünü dönmüş de olsan bir tarafın arkada bıraktıklarının farkında. Farkındalık, yadırgama hali ile karışık umutsuz terkediş. Her terkediş bir terkedilişin acısını çıkarmak mı. Gitme Rona. Sen terketme. Herşeye rağmen.