30 Eylül 2011 Cuma

TÜTÜNSÜZ II

  Yenildim. Kurgularıma yenik düştüm. Hayatımdaki herşeyi öyle şiddetle sorgulamaya başladım ki, tütünün mavi dumanı sarıp loşlaştırsın istedim yeniden. Yenildim. Yine deneyeceğim. Daha yağmursuz bir günde.

Tütünsüz I

           Bu yeni bir yoksunluk krizi daha sadece. Biliyorum. Ne yaşadığımı, ne hissedeceğimi, ne zaman sakinleşeceğimi biliyorum. 29 saati aşmayı başardım. İlk bir kaç saat onbeş dakika da bir geliyordu kriz. 24 saate yaklaştığında düzensizleşti. Her saat başı  mutlaka ama arada uzun dönemli krizlerde. Kriz çok şiddetliyse su içiyorum, biraz faydası oluyor. Bunun dışında çay, kahve gibi içeceklerde aynı şekilde rahatlatıyor. Kriz başladığında kendime olacakları tekrarlıyorum sadece, evet nefes darlığı başlayacak, kalbin hem ağrımaya hem çarpıntı yapmaya koyulacak. Dayanabilirim, bu bir kriz daha sadece, eninde sonunda seyrelecek bir kriz daha, atlatabilirim, sonuncu olmayacak, bitmeyecek, devam edecek, ama atlatılabilir olduğunu göreceğim. Eğer yalnızsam derin derin nefes alıyorum, sanki nevalesiz ciğerlerim yeteri kadar genişleyemiyor, yarım yamalak nefes alabiliyor. Kandaki oksijen seviyesi sanki normale dönmek yerine üçte bire inmiş gibi sürekli bir soluksuzluk hissi. Önemli değil. Ne olduğunu biliyorum, bir yoksunluk krizi daha sadece. Alışacağım. Bağımlı olduğumu, hayatımın sonuna kadar bu tehlike içinde olacağımı, krizlerin şiddetlerinin çok uzun zaman azalmayacağını ama seyreleceğini biliyorum ve kabul ediyorum. Ömrümün son yirmi yılının eşlikçisine veda ediyorum. Kim için kolay olmuş ki benim için kolay olsun. Bir bardak su daha içip yılların koyulaştırdığı tiryakiliğimi seyrelteceğim. Her su damlası ile biraz daha atılacak hücrelerimden, yoksunluk hissim azalacak.

13 Eylül 2011 Salı

   Birden fark ettim ki bütün bir okuma serüvenimin temelinde ki şey, yazma yada bilmeye dair dürtülerin dışında roman okumaktan keyif alıyor oluşum. Üstüne üstlük keyif aldığım şeylerin hızla azaldığı bir çağımda. Şu yada bu nedenle bir romanı elime aldığımda içinde kaybolup gitmek bana keyif veriyor, nedeninden bağımsızlaşıyor. Okuma sürecimi ehlileştirmeye çalıştığım zamanda bile elime geçen roman bir anda günlük ve hatta daha uzun soluklu kaygılarımı dindirip beni uzaklaştırıyor. Öyleyse kaybolmak, hemen, şimdi.

10 Eylül 2011 Cumartesi

Quasimodo

Başını kaldırıp pencerenin dışında görünen yola baktı. Az aralı bıraktığı pancurlardan evin küçük balkonuna konmuş masanın üzerinde duran yapay çiçeği ile dışarda gecenin ışıkları görülüyordu. Işığı yakmamıştı, karanlığı seviyordu, açık duran televizyonun durmaksızın değişen görüntüsü odayı kah maviye kah kızıla kah sarıya boyuyordu. Gözleri camın önünde duran sallanan koltuğa ilişti. Annesi hep orada otururdu. Sakince sallanırdı oğlunun ona hizmet edişini seyrederken. Şimdi binlerce kilometre ötede dilini bile konuşamadığı bir şehirde hastane odasında yatışını hayal etmeye çalıştı. Nefessiz kaldığını hissetti, kalktı, camı biraz daha araladı. Dışarda sessiz bir gece vardı. Telefonunun çalmasını bekliyordu bir yandan. İçinde ince bir kıpırtı vardı. Hüzne bulanmış, acıklı bir kıpırtı. Kadının gelişini kendi istemişti. İstediğini biliyordu. İnkar etmenin kendisini kandırmanın anlamı yoktu. Yürüdü, kanepesine geri döndü. Nerede otururdu. Sallanan koltuğa oturmamalıydı, önce kendi oturursa buna fırsat olmazdı. Oturdu, huzursuz kıpırdandı, sehpanın üzerinde duran bardağından bir yudum su içti. O sırada telefonu çaldı. Ama kadın değildi arayan. Annesinin yanına birkaç gün önce gitmiş olan Ablasıydı. Sesi soğuk, katı durumu anlatırken sadece mantıklı açıklamalar getiriyordu. Kendini kanepeye daha da gömülmüş hissediyordu. Herşeyden vazgeçmek hiçbirşey yapmamak geliyordu içinden. Durumu kısaca özetleyen ablası telefonu kapattı. Evi sessizlik kaplamıştı. Neden sonra telefon çaldığında kapadığı televizyonu yeniden açtı. Karanlık. Karanlığı seviyordu. Kambur kalktı ve yatak odasına yürüdü. Camı kapattı, kimsenin bilmesini istemiyordu. Kendi günahı olacaktı bu. Kimse bilmeyecekti. Kendi sırrı. Geri döndüğünde televizyonda garip bir görüntü buldu, bir kadın, kırmızı bir elbise ile bir adamın karşısında dans ediyordu. Adamın ara ara ekranda beliren terli yüzü şehvete bulanmıştı, kadınsa son derece rahat ezberlenmiş hareketlerle davranıyordu. İçi sıkıldı yeniden. Bir bardak su daha içti. Beklediği telefon bir türlü gelmiyordu. Sırtını kaşıdı, belkide gelmeyecekti.


Gelmeyebilirdi, ona vaadettiği hiçbirşey yoktu, bir ilk dışında. Kadın onun ilki olmak istediğini söylemişti, sadece bu kadar istiyordu, asla ötesi olmayacaktı zaten, günlerce bunu konuşmuşlardı. Kambur ona kimseye bir şey hissetmediğini, hissedemeyeceğini açıkça söylemişti, bu yüzden kadının ondan birşey beklemeyeceğine emindi. Bunca beklentisizliğine karşın Onu istiyordu. Onu kendisinin de istediği gibi salt bir kerelik bir dokunuş olarak istiyordu. Bekledi. Yıllarca beklemişti aslında. Asla daha ileri gidemeyeceğine emin olarak beklemişti. Bedenini sevmemişti hiçbir zaman. Bir kadının bu bedeni sevmeyeceğine emindi. Başka şeylere sahipti sevilecek. Herkesin bu yüzden ona yaklaştığına emindi. Kambur gözlerini yola dikti. Belkide telefonu çaldırmadan gelirdi. Oysa bu kadın sevilecek şeylerinden habersizce sadece bedenine ilgi göstermişti. Sırtının büyük çıkıntısına bile. Dokunmak ve okşamak istediğini söylemişti defalarca. Tedirgin, korku ve istek içinde dinlemişti Kambur Onu. Bazen Kadın anlatırken korkusunu bastıran erkekliği kendisini tamamen sarhoş edip sanrılar içinde rahatlayana dek bırakıyordu kendini. Bu anlar sıklaştığında daha fazla karşı koyamayacağını hissetmişti içgüdülerine. Kadını istiyordu. O gece ilk telefon gelmişti Uzaklardan. Annesi bir trafik kazası geçirmişti, durumu ağırdı, babası bekliyordu ama daha henüz ona göstermemişlerdi bile, üstelik ikiside gittikleri ülkenin dilinide kendi ana dilleri dışında hiçbiri dili de bilmiyorlardı. Çaresizlik, yalnızlık iliklerine kadar hissettiği isyan duygusu. Aynı şeyi babasının da hissettiğini , üstelik apar topar gitmek istese de bir yığın bürokratik engelin gidişini günlerce erteleyebileceğini biliyordu. Oysa hep orda olurdu annesi, ne zaman istese annesi varolurdu, şefkatli, güzel, onu gerçekten seven ve sevecek olan tek kadın. Şimdi kendisi kapana kısılmış gibiydi, elinden bir şey gelmiyordu.

Birkaç gün sonra kadın onu aradığında gelmek istediğini söylemişti. Karşı koyamadı. Annesinin durumu daha iyiye gidiyordu, hala yoğun bakımda olmakla birlikte solunum cihazından çıkarmışlardı, ciğerleri tek başında çalışmasada hala, daha iyiydi, ablası yanına gidebilmişti ve artık çok daha kolaylaşmıştı herşey. Gel demişti. Ve şimdi, bekliyordu, korkuyla, titreyerek ve kendini bırakmak isteyerek tamamen.

Kadın sessizce pencerenin önünde durdu. Ev bir apartmanın giriş katındaydı. Kambur içerde onu bekliyordu, Karanlıkta bir gölgenin kıpırdadığını fark etti, Kambur cama yaklaştı yavaşça. Sonra ikiside uzaklaştılar, kapıya doğru ilerlediler. Kambur tereddüt içinde kapıyı açarken kadının son derece rahat haliyle kendini kanepeye bırakışı izlediği filmin bir sahnesi gibiydi. Korkusu yeniden boğazını kurutmaya başlamıştı, ama sehpaya uzanıp bardağını alamıyordu, ayakta durmuş kalmıştı, oturamıyordu, nereye oturacağını bile bilemiyordu. Kadının gülümseyerek kendisine baktığını biliyordu, hiç konuşmamışlardı, artık konuşmak istemiyordu. Sıkıntıyla sallanan koltuğuna yürüdü. Oturdu. Güzel ince bacaklarını açıkta bırakan gri dar bir etek giymişti kadın, sokağın ışığı boylu boyunca bu bacağı aydınlatıyor, yukarıya doğru artan kıvrımlar loşlukta kayboluyordu. “Yanıma gelsene” dedi Kadın sadece. Yanına oturdu. Ne yapacağını bilmiyordu. Kadının kolları boynuna dolandı ve yüzünü kendi yüzüne çekti. Kambur bütün bedeninin titrediğini duyumsayarak kadını öpmeye başladı, bedenini isteklerine bıraktı, sadece erkekti, dokundu, okşadı, keşfetti ve zamanı geldiğinde kadın sessizce yardım etti ona. Titremesi hiç geçmeden bedeninin kendini kaybedişini her hücresinde hissetti. “İçindeyim” dedi sadece. Kadının ince hafif parmakları sırtındaki devasa çıkıntıyı okşuyor, tırnaklıyor, bedeni bu yabancı dokunuş karşısında sıkıntılı, haz içinde, kaybolup gidiyordu.

Kadın gittikten çok sonra sabahın erken saatlerinde telefonu çaldı. Arayanın kadın olduğunu düşündü ilk, yatağının içinde yorgun, kımıldamak bile istemezken aramaması gerektiğini tekrarladı kendine, açmayacaktı, ama nedense telefonun ekranında beliren isim başkaydı, ablasıydı arayan. Huzursuz eline aldı telefonu.

“Annemi yeniden solunum cihazına bağladılar. Enfeksiyon kapmış. Durumu ağırlaştı”

İnce bir sabah ışığı donuk yarı kapalı pancurundan içeri doğru sızıyordu.