3 Aralık 2011 Cumartesi

KEDİ

Sanki hiç olmayacak hayalleriyle bana baskıcı, yalın bir merhaba yakınsaması içinde; evinin gizli kalmış kenar köşelerinde anlamsız bir bakış gibiydi. Rona. Kal burda. Yanımda. Uzakta. Nicedir bilmediğim bu yoksunluk duygusu esir ederken beni. Aslında evin bir koltuğunun altında gizlice saklanmış beni izlemekte olduğun duygusu. Buralardan- buralı olmadığın duygusu. Ne zaman sabahın köründe uyanıp kör bir ayılma tutkusu ile koridorda yürümeye başlasam aynı izlenme duygusu. O kotluğun altında saydam gözlerini üzerine saplamış kımıltısız yatarken, hayır, senin farkında değilim aslında diyememe, demek isteme, kıvranma hali. Yaşadığının bile farkında değilim. Sadece devam etme sürdürme hayatı anlamında beslenmen gerektiğinde kabına bırakıverdim, kuru, anlamsız koyu renkli sert bisküvileri kıtırdatma. Yeme. Beni yiyorsun aslında. Azar azar. Tüm yaşamımı. Uzun bıyıklarını her titreştirdiğinde annemin yine ne yaptın cümlesine benzer eleştirel kötü bir bakış yerleşir yüzüne. Hayır. Koltuğun altından bana baktığını görmüyorum işte. Farkında değilim senin. Yalnızca yemek için çıkıp soluk gri tüylerle kaplı vücudunu fütursuzca ayaklarıma sürtüp, ben burdayım, hadi beni besle derken farkediyorum seni. Aslında diğer zamanlarda umursamıyorum işte. Hayır, bütün bunlar, bu karman çorman ev, mutfakta biriken haftalık bulaşıklarım, çamaşır makinesinde beş gün öncesinde yıkatıp, bir türlü asamadığım iççamaşırlarım, darmadağın hayatımın başarısızlık abideleri. Yorgunum. Uyuyamıyorum. Kendim olduğum zaman hayat sürükeleyecek sanıyordum. Olmuyor. Gecenin bir vakti yatağımda gözlerim sıkıcı bir rüyadan karanlığa açılıyor. Odadaki dolap, ütü masası, makyaj malzemelerimin durduğu uzundur yanına uğramadığım tuvalet masası, hiç dönüp bakmadığım ayna, devasalaşıp daha bir karanlıklaşıyor. Uyku amansız, terkediyor. Kalkıp koridorda yürümeye başlıyorum, koridor iyi, hiç eşya yok, yere atılmış, kimbilir hangi yakınım tarafından zorla aldırılmış kilim dışında. Odayı salona bağlayan biçimsiz evin uzun koridoru. Salondaki koltuğu bile görme imkanı yok orada. Salondaki tekli koltuk, her açtığımda saçma sapan programları gösteren televizyon, bana sırt ağrılarımı hatırlatan geniş kanepe, hepsi gecenin bu saatinde katlanılamaz görüntüler halini aldığından oraya da giremiyorum. Sadece koridor. Her adımda beni koltuğun altından silkinip mucizevi bir açıyla aralı kapıdan görebildiğini bilidiğim halde umursamıyormuş gibi davranıyorum. Bazen, onu tamamen unuttuğumu sandığı anlarda kapıya yakın bir yerlerde duran kum kovasına gidiyor. Hayır, bu basit bir ihtiyaç değil. Bana inat olsun diye, varolduğunu, ürettikleri, tükettikleri olduğunu bana rağmen yaşadığını, devam edeceğini bildirir bir halle, isyankar bir şekilde yapıyor. İşi bitip kumları geniş patileriyle karıştırmaya başladığında işte diyor sende biliyorsun ki kurtuluş yok. Kurtuluş nerede. Birazda bunun böyle gitmeyeceğine dair. Hayır gidecek Rona. Korkularım, ben, ve bu koridor, sana rağmen böyle devam edecek. Oturup kalakalacağım işte. Köşedeki bakkaldan başka kimse sevmeyecek beni. Ben ağır, yavaş, bir ölümle öleceğim. Korkularım evle devam edecek. Sana rağmen. Evin dışı daha karman çorman, katlanılamaz çokluğu ayrıntıların. Annem öleli daha iki gün olmuştu bu eve yerleştiğimde. Herkes yasın sonunda döneceğim sanıyordu. Dönmedim Rona. Seninle kaldım. Hem sen yokmuş gibi davranarak, hem sana inat, hem senin için. Annemin her ayrıntısını titizlikle güzelleştirdiği evin yavaş yavaş hantallaştığını, kirlendiğini, biçim değiştirdiğini görebilmek için. Yaşamamak için kaldım Rona. Sana rağmen. Şimdi dar koridorda bir ileri bir geri yürürken, ayağımda rahat geniş terliklerim usulca adımlarıma uymaya çalışırken, bana senin varlığını inkar etmenin kazandıracaklarını düşünüyorum. Aslında yürümekten çok yoruldum, ama odama dönebilecek cesaretim yok, sanki yatağım geniş, sıcak, yumuşak bir yer değilde, soğuk, beton bir avlu, giremediğin bir kapının önünde, yorgunluktan kıvrıldığın, beklemekten sıkılmış. Hepsi senin yüzünden Rona. İkimiz bu eve fazlayız. Beni sevmiyorsun biliyorum, kuyruğunu her dikişte yüzüme hırslı öfkeli bakışlarını saplıyorsun, anlıyorum, yinede aldırmadığımı düşünmeni istiyorum, aldırmazsam sen yenilirsin sanıyorum. Artık yadırgamazsın, koltuğun altına girdiğinde aslında tek derdinin koltuk örtüsünün püskülleriyle oynamak olduğunu düşünürüm. Oysa ilk geldiğim günlerde öpersem prense bile dönüşebilecek masalsı bir yaratık oluğunu düşünmüştüm, belki kötü cadı büyülemişti mesela, yoksa annem yıllar yılı evini neden paylaşsındı ki, ki annem ne kocası ne iki çocuğuyla aynı evde yaşamaya dayanmamış bir kadındı, herhangi bir canlıya, soluk alıp veren, arasıra da olsa konuşulup, iletişim kurmaya ihtiyaç duyan, kirlenen, tüketen bir başkasına nasıl tahammül etsindi ki. Rona'ya her baktığımda yüzünde annemin bakışından, öfkeli, hayal kırıklıklarıyla dolu kötücül gözlerinden bir an görür gibi olmuştum, niye sonra alışmamanın kabul etmemenin tek yol olduğunu farketmiştim. Tek ortak yönümüz yadırgamak Rona. Sen kaldığın sürece, ben devam edeceğim. Bazı geceler açık duran pencereden soğuk kasım ikindisine doğru kaçıp gideceğini hayat etmiştim. Bir daha dönmeyeceğini. Kaçmak, banamı mahsus. Kaçıp gidebilmek, geride bırakabilmek. Ama geri, ne kadar geridede olsa, bir yerlerde var hep. Yüzünü dönmüş de olsan bir tarafın arkada bıraktıklarının farkında. Farkındalık, yadırgama hali ile karışık umutsuz terkediş. Her terkediş bir terkedilişin acısını çıkarmak mı. Gitme Rona. Sen terketme. Herşeye rağmen.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Yeni Bir Başlangıç*

Düşündü. Ne zamandır yapmadığı bir şey, çünkü yaşamı bir koşturmaca ve yerine getirmesi gereken görevlerden ibaretti uzundur, bu da tabii ki düşünmesine fırsat tanımayacak bir yoğunluğu getiriyordu beraberinde. Hem düşünmek zahmetlidir. Yorar.  Uzunca bir süredir yorulmaması gerektiğini düşünüyordu, nasılsa fani değilmiydi dünya,  zahmetsizce ve en az yorucu halle gereksiz süreyi atlatmak gerekirdi.

          Ama o sabah başkaydı.

          Başka mıydı?

          Her sabah olduğu üzere kalkmış, saatin huzursuz alarmını susturmuş, banyoya girip hızlı bir şekilde soyunmuştu. Suyun altına girdi. Basit bir umutsuzluk haliyle sıcak suyun altında  oyalandı. Havlusunu unutmuştu.

Bu rutinin dışına çıktığı ilk andı, ıslak bir halde banyo taşını nasıl ıslattığını izledi önce, sonra umursamadan devam etti ve yatak odasına girdi. Havluyu araması gerekiyordu ama neden unuttuğu sorusu daha çok oyalıyordu zihnini, üşümüyordu bu yüzden ıslaklığı kendisini rahatsız etmiyordu, yatağının üzerine oturdu ve gardrobun büyük aynasından 40 yaşlarında yorgun bir kadının kendini izlemekte olduğunu fark etti.  Kadın çıplak ve ıslak görünüyordu, bedeni yaşlılığın ilk belirtileriyle biraz çökmüştü. Yüzünde garip bir şaşkınlık yansımıştı, Güzel kaşlarının ve görkemli burnunun devamında endişeyle büzülmüş dudakları. Şaşkınlığı arttı. Kalktı, biraz odanın içinde dolaştı.Yorgundu.. Nasıl bulduğunu bilmeden havlusu eline geçmişti, sarındı ve tekrar aynanın karşısına geçti. Aynı kadın bakıyordu yine, kendisi olmayan. Huzursuz bir halde  kalktı, yürümeye devam etti. bunun üzerine düşünmeliydi. Hayır. İşe gitmeliydi.

          Durdu. Neden işe gitmek zorundaydı.

          Yapılacak bir sürü iş vardı, dünden kalanlar, öğleden sonraya yetiştirilmesi gerekenler, görüşmeler, toplantılar, açılacak ya da cevaplanacak telefonlar, sekreteri Lamia’nın içler acısı sızılı yüzünden gergin bir gün planı dinlenecekti daha. Lamia’yı görmek istemiyordu. Tatminsiz bir çocuk gibi durmaksızın birşeyler söylüyordu.

Onun da işi bu muydu? Kendi işi neydi? Ne yapıyordu?

          Telefonu çaldığında aynadaki görüntüye bakıyordu, telefonu eline aldı, arayan kişinin kim olduğuna baktı,cevap vermek istemiyordu, sadece aynadaki görüntüyle  konuşmak istemiyordu.  O  arasa cevaplardı, şimdi sessizliği bozan bu huzursuz kakafonik sesi susturması gerekti, hızlıca gelen çağrıyı reddetti, kırmızı tuşa takıldı gözleri.Ne yaptığını düşündü.  İlk  defa meşgule düşürmüştü. Karşısındakini kaygılandırmış mıydı? Kişiliğine aykırıydı kaygı duymak. Onu tanıdığı kadarıyla umursamayacağına emindi. Omuz silkecek ve nasılsa meşguldür, geri döner diye düşünecekti. Belki de ilişkilerinin zedelenmeye başlamasına yoracak, üzülse bile oluruna bırakmak gerek diyecekti.

Aynadaki kadının  yarım bir gülümseyişle kendine baktığını fark etti, utandı, hızlıca kalktı. Giyinmeye çalıştı, açık gardrop kapısından görünen hiçbirşeyi giymek istemiyordu. Üşüyüp üşümediğini, acıkıp acıkmadığını düşündü. İkisinde de kararsızdı, her ihtimalde havlu içinde kalabilirdi, yürüdü, evin diğer odalarına doğru açılan koridorun başında birkaç adım attı, geri döndü, tekrar ilerledi ve böylece volta atmaya başladı. Gerekmedikçe  yürümeyen biri için durumunu garipsedi. Garipseyerek yürümeye devam etti. Telefonu tekrar çaldığında bu sefer arayanın Lamia olduğuna emin olarak ekrana baktı. Geç kaldığını biliyordu. Son beş yıldır işe geç kalmamıştı. Telefon daha huzursuz çalıyordu, kulaklarını kapatmayı denedi, telefona cevap vermezse Lamia’nın ne yapabileceğini kestirmeye çalıştı, emin olmadığı için bir süre reddetmeye karar veremedi, telefonu aralı mutfak balkonundan aşağı bırakmak için yürüdü, bu halde balkona çıkmaya çekindiği için odasına geri dönüp pencereyi araladı ve telefonu açık aralıktan aşağı bıraktı.

          Bu attığı ilk eşyayla ferahladı. sebep oldu. Sanki ciddi bir ağırlığı omuzlarından atmıştı, nefesi düzelmiş, odanın içi  oksijen dolmuştu. Göz ucuyla aynaya baktı, kadın daha açık bir gülümseme ile belli belirsiz bakıyordu. Yürüdü, düşündü ve daha başka ne atabileceğine karar vermeye çalıştı. Aldığ keyfi ona tekrar yaşatabilecek bir şey. Akşamdan kalan kahve kupası yarı dolu hala masasının üzerinde duruyordu, hızla yaklaştı kupayı eline aldığı gibi pencereye gitmesi bir oldu, . İşte yine o aynı his; hafiflemek, daha kolay nefes alabilmek. Sonra masasının üstünde duran birkaç dosya, masa lambası, ve kalın ajandası. Hepsini attı. Birer birer ve keyfini çıkararak. Bu ağırlıklar dönüşü olmayan biçimde gitmişlerdi  artık, gülümseyerek atabilecek birşeyler bulmaya çalıştı. Yatağının ucunda duran saate gözü ilişti.

          Neredeyse eline geçirdiği herşeyi  atmıştı ki kapının çalındığını duydu. Dışardan sesler geliyordu . Hala havlu ile olduğunun farkına vardı. Sakin bir sesle “bir dakika” dedi sadece. Kapıdaki konuşmalar anlaşılmıyordu, komşuları olmalıydı, öyle ya, fırlattığı eşyaları görmüş, hatta yaralanmış bile olabilirdi, içini bir korku kapladı tanıdık olmayan, apansız kendini ele geçiren bir korku. giyinmeliydi gardrobunun boş olduğunu gördü onları da attığını hatırladı, ne kadar süredir attığının farkında değildi, kapıdaki seslerden birisinin Lamia olduğunu fark etti tanıdı, Lamia’ydı bu, sesi titrek çağırıyordu, ne dediği anlaşılmıyordu, adını seçebiliyordu bir tek, ve devamına özenle iliştirilen “hanım” kelimesiyle beraber, saygı ile korku ya da acıma karışımı bir ses tonu ile, kıyafetini bulabilse kapıyı açacaktı, hiçbirşey kalmamıştı işte. ne yapacağını bilemez halde evin odalarında dolanmaya başladı. Kirli sepeti geldi aklına.  Eline geçen ilk  şeyi üstüne geçiriverdi.Kapı zorlanmaya başlamıştı, endişe tonlu sesler eşliğinde daha fazla dayanamayan kapı gürültüyle açıldı. evin içine tanıdığı ve tanımadığı bir sürü insan doluvermişti, Çığlıklarla üzerine çullandılar. sonra? Derin uzun bir boşluk. Karanlık. Ama dinlendirici.  

 Yabancı bir yatakta gözlerini açtı Etrafına bakındı. Beyaz, ilaç kokulu sakin bir oda. Etajerin üzerinde yarılanmış  bir bardak su duruyordu,  sanki uyanıp bir ara içmişti, uzun rüyasız bir uykudan uyanmıştı da herşeyi unutmuştu. Hayal meyal Lamia’nın, İsmet’in hayret dolu yüzlerini hatırlıyordu, yabancı yüzlerin arkasından kendini izleyen. Ağırlıklarından kurtulurken, kesin bir kurtuluş olduğunu hissetmişti, gülümseyerek bardağından büyük bir yudum su içti. İlaçların etkisiyle göz kapakları kapanıyordu şimdi ağır, rüyasız, derin bir uykuya dalmak üzere kapadı gözlerini.


21 Kasım 2011 Pazartesi

Yeni Bir Başlangıç

               Düşündü. Ne zamandır yapmadığı bir şey, çünkü yaşamı bir koşturmaca ve yerine getirmesi gereken görevlerden ibaretti uzundur, bu da tabii ki düşünmesine fırsat tanımayacak bir yoğunluğu getiriyordu beraberinde. Hem düşünmek zahmetlidir. Yorar.  Uzunca bir süredir yorulmaması gerektiğini düşünüyordu, nasılsa fani değilmiydi dünya, en zahmetsizce ve en az yorucu halle gereksiz süreyi atlatmak gerekirdi.

          Ama o sabah başkaydı.

          Başka mıydı?

          Her sabah olduğu üzere kalkmış, saatin huzursuz alarmını susturmuş, banyoya girip hızlı bir şekilde soyunmuştu. Suyun altına girdi. Basit bir umutsuzluk haliyle sıcak suyun altında biraz oyalandı, sonra çıktı ve havlusunu unutmuş olduğunu fark etti. Bu rutinin dışına çıktığı ilk andı, ıslak bir halde banyo taşını nasıl ıslattığını izledi önce, sonra umursamadan devam etti ve yatak odasına girdi. Havluyu araması gerekiyordu ama neden unuttuğu sorusu daha çok oyalıyordu zihnini, üşümüyordu bu yüzden ıslaklığı kendisini rahatsız etmiyordu, yatağının üzerine oturdu ve gardrobun büyük aynasından 40 yaşlarında yorgun bir kadının kendini izlemekte olduğunu fark etti.  Kadın çıplak ve ıslak görünüyordu, bedeni yaşlılığın ilk belirtileriyle biraz çökmüştü. Yüzünde garip bir şaşkınlık yansımıştı, Güzel kaşlarının ve görkemli burnunun devamında endişeyle büzülmüş dudakları. Şaşkınlığı arttı. Kendisi olması gereken görüntü değildi bu. Ya da kendi görüntüsü sandığı görüntü değildi. Kalktı, biraz odanın içinde dolaştı ve yorgunluğunu hissetti ilk olarak. Nereden bulduğunu bilmeden havlusu eline geçmişti, sarındı ve tekrar aynanın karşısına geçti. Aynı kadın bakıyordu yine, kendisi olmayan. Huzursuz bir halde tekrar kalktı, yürümeye devam etti. İlk defa bunun üzerine düşünmesi gerektiğini hissetti. Bu sırada çoktan hazırlanmış ve makyajına başlamış olması gerekiyordu, çünkü bunun için kalan son on dakikasındaydı, ve eğer makyajını tamamlamazsa solgun berbat bir yüzle işe gitmek zorunda kalacaktı.

          Durdu. Neden işe gitmek zorundaydı.

          Tanrım yapılacak bir sürü iş vardı, dünden kalanlar, öğleden sonraya yetiştirilmesi gerekenler, görüşmeler, toplantılar, açılacak yada cevaplanacak telefonlar, sekreteri Lamia’nın içler acısı sızılı yüzünden gergin bir gün planı dinlenecekti daha. Lamia’yı görmek istemiyordu. Tatminsiz bir çocuk gibi durmaksızın birşeyler söylüyordu Lamia, özel yaşamına kadar planlamalar yapıyordu. Onun da işi bu muydu? Kendi işi neydi? İşlevi? Ne yapıyordu?

          Cep telefonu çaldığında o hala aynadaki görüntüye bakıyordu, telefonu eline aldı, arayan kişinin kim olduğuna baktı, cevaplamak zorunda olup olmadığını sonra da bunu isteyip istemediğini düşündü. İstemediği kesindi. Şu an sadece aynadaki görüntüyle konuşmak istiyordu, o arasa cevaplardı, şimdi sessizliği bozan bu huzursuz kakafonik sesi susturması gerekti, hızlıca gelen çağrıyı reddetti ve kırmızı tuşa takıldı gözleri. Bunu arayan kişiye ilk defa yapıyordu. Arayanın kaygı duyup duymacağını düşündü. Kişiliğine aykırıydı kaygı duymak. Onu tanıdığı kadarıyla bir miktar şaşırsa bile umursamayacağına emindi. Omuz silkecek ve nasılsa meşguldür, geri döner diye düşünecekti. Belki de ilişkilerinin zedelenmeye başlamasına yoracak, bir miktar üzülse bile oluruna bırakmak gerek diyecekti içinden. Aynadaki görüntünün yarım bir gülümseyişle kendine baktığını fark etti, utandı, hızlıca kalktı. Önce giyinmeye çalıştı, ama açık gardrop kapısından görünen hiçbirşeyi giymek istemiyordu. Üşüyüp üşümediğini yada acıkıp acıkmadığını düşündü. İki konuda da kararsızdı, her ihtimalde havlu içinde kalabilirdi, yürüdü, evin diğer odalarına doğru açılan koridorun başında birkaç adım attı, geri döndü, tekrar ilerledi ve böylece volta atmaya başladı. Gerekmedikçe  yürümeyen biri için durumunu garipsedi. Garipseyerek yürümeye devam etti. Telefonu tekrar çaldığında bu sefer arayanın Lamia olduğuna emin olarak ekrana baktı. Geç kalmış olduğunu biliyordu. Son beş yıldır pek geç kalmamıştı işe, telefon daha huzursuz çalıyordu, kulaklarını kapatmayı denedi, telefona cevap vermezse Lamia’nın ne yapabileceğini kestirmeye çalıştı, emin olamadığı için bir süre reddetmeye karar veremedi, yürüdü, telefonunu aralı mutfak balkonundan aşağı bırakmak için ilerledi, sonra bu halde balkona çıkmaya çekindiği için odasına geri dönüp pencereyi araladı ve telefonu açık aralıktan aşağı bıraktı.

          Bu attığı ilk cisim inanılmaz bir ferahlık duygusu hissetmesine sebep oldu. Sanki ciddi bir ağırlığı omuzlarından atmıştı, nefesi düzelmiş, odanın içine oksijen dolmuş gibiydi. Göz ucuyla aynaya baktı, kadın daha açık bir gülümseme ile belli belirsiz kendisine bakıyordu. Durdu, yürüdü, düşündü ve daha başka ne atabileceğine karar vermeye çalıştı. Bu yaşadığı hissi ona tekrar yaşatabilecek bir şey. Akşamdan kalan kahve kupası yarı dolu hala masasının üzerinde duruyordu, hızla yaklaştı kupayı eline aldığı gibi pencereye gitmesi bir oldu, bıraktı, ve işte yine o aynı his, hafiflemek, daha kolay nefes alabilmek. Sonra masasının üstünde duran birkaç dosya, masa lambası, ve kalın ajandası. Hepsini attı. Birer birer ve keyfini çıkararak. Bu ağırlıklar dönüşü olmayan biçimde gidiyorlardı artık, bir daha aynı yoğunluk hissini yaşamayacağına emindi, gittikçe daha çok gülümseyerek atabilecek birşeyler bulmaya çalıştı. Yaklaştı ve yatağının ucunda duran saati gördü, sevindi, saati de hızla attı.

          Neredeyse odadaki bütün küçük cisimleri atmıştı ki kapının durmaksızın çalındığını fark etti. Ne kadardır? Hatırlamıyordu. Hala havlu ile olduğunu hatırladı durdu, ve gayet sakin bir sesle “bir dakika” dedi sadece. Dışardan sesler geliyordu, birden fazla kişi mırıldanıyor yada daha sesli konuşuyorlardı ama ne dedikleri anlaşılmıyordu, komşuları olmalıydı, öyle ya, birileri pencereden fırlatılmış cisimleri görmüş, hatta yaralanmış bile olabilirdi, içini bir korku kapladı birden, tanıdık olmayan, apansız kendini ele geçiren bir korku. Giyinmesi gerekiyordu, ama gardrobunda da hiç kıyafet kalmamıştı, onları da attığını hatırladı, ne kadar süredir attığının farkında değildi, neden sonra kapıdaki seslerden birini tanıdı, Lamia’ydı bu, sesi titrek kendini çağırıyordu, ama ne dediği anlaşılmıyordu, adını seçebiliyordu bir tek, ve devamına özenle iliştirilen “hanım” kelimesiyle beraber, saygı ile korku yada acıma karışımı bir ses tonu ile, kıyafetini bulabilse kapıyı açacaktı aslında, hiçbirşey kalmamıştı işte, ne yapacağını bilemez halde evin odalarında dolanmaya başladı, bi taraflara attığı herhangi bir şey, sonunda kirli sepeti geldi aklına ve sepete elini uzatıp eline geçen ilk şeyi üstüne geçiriverdi. Bu sırada kapı zorlanmaya başlamıştı bile, endişe tonlu sesler eşliğinde daha fazla dayanamayan kapı gürültüyle açıldı. Birden evin içine tanıdığı ve tanımadığı bir sürü insan doluvermişti, üzerinde kirli kıyafetleri, odanın ortasında doluşverdi herkes. Hayret çığlıklarıyla üzerine çullandıklarını hatırlıyordu sonra, sonra? Derin uzun bir boşluk. Karanlık. Ama dinlendirici.

          Çok sonra kendini bir yatakta bularak uyandı. Etrafına bakındı. Bir hastane odasının sakinliğindeydi oda, yabancı, beyaz, ilaç kokulu. Yanıbaşında ki etajerin üzerinde bir bardak su duruyordu, yarılanmış, sanki uyanıp bir ara içmiş gibi hissetti , uzun rüyasız bir uykudan uyanmıştı da herşeyi unutmuştu. Hayal meyal Lamia’nın, İsmet’in hayret dolu yüzlerini hatırlıyordu, yakınında değillerdi, uzaktan yabancı yüzlerin arkasından kendini izleyen. Ağırlıklarından kurtulurken, kesin bir kurtuluş olduğunu hissetmişti, artık dönüşün olmadığına memnun, gülümseyerek bardağından büyük bir yudum su içti. İlaçların etkisiyle yeniden uykusu gelmişti bile, şimdi yine ağır, rüyasız, derin bir uykuya dalmak üzere kapadı gözlerini.










Geç Kalmış Episode III: Dostluk

     "Ne yapacağımızı bilmiyoruz, çok kötüymüş, yardım da alıyormuş aslında, ama hiç gülmüyormuş, sürekli soruyormuş evli insanlara, yeni evlendiklerinde ne yaptıklarını, nasıl atlattıklarını, sürekli, ve herkeze, herkesle paylaşmazsın ki yaşadığın sorunları? ... Bir tek kocasıyla konuşmuyor büyük ihtimalle, kocası herşey yolunda sanıyor, hayır diyemiyor hiçbirşeye, sonra kendi kendini yiyor, O kadar kötü bir halde ki"
    "Neden hayır diyemiyor? Kendini çok yalnız hissediyor..Ailesi nerde? hiçbirşeyin farkında değiller mi?"
   "Bilmiyorum ki, çok umurlarında değil yada hiçbirşeyin farkında değiller. Ama o kadar değişti ki"
     Hatırlıyorum. Kısa süren bir tanışıklığımız olmuştu. Şu karşınıza çıkan neşeli, sizi güldüren, sevimli insanlarından.
    "Hep birlikte bir ziyaretine gitsenize"
   Bazen bir dostunuzun  yalnış yaptığını görürsünüz. Elinizden birşey gelmez. Durup seyretmek dostluğunuza en az halel getirecek alternatif olabilir, aksi takdirde dostunuz sizi acımaz bulabilir, yada kıskanç, ya da kimbilir başka ne bulur savunma mekanizmasının körleştirdiği algısı ile. Telefondaki ses de bu çelişkiyi yaşıyor, dostunu gücendirme ihtimaline karşılık dostunun iyiliği?
     Bütün bu çevremizi saran faydacı ilişki biçimlerimizden, sıyrılıp birileriyle de "dost" olabilmek. Göz göre göre yaptığınız hatalara rağmen "her halükarda arkanda olacağım, bir gün sendelersen orda olacağım" cümlesini duyabilmek.
Uyandı. Güneş hayli yükselmişti gökyüzünde, pencerenin hiçbir zaman tam kapanmayan güneşliğinin aralı bıraktığı kısmından tam da gözlerine doğru vuruyordu sıcak ışığı. Hayli huzursuz bir rüya görmekte olduğunu hatırlardı, çok karanlık bir teknenin lombarından bakmaya çalışıyordu, dışarda fırtınalı bir deniz olduğunu göremiyordu ama biliyordu. İyiye yorulacak bir yanı yoktu hissettiği kaygının. Yinede gözlerini açmamıştı hala. Düşünüyordu. Geç kalmış olmalıydı zaten. Kalkması için nedenini yitirmişti. Böyle kalabilirdi. Açlık daha dayanılabilir olduğundan, susuzluğu kendisini zorlayana kadar kalabilirdi. İlk komşusunun telefonuna attığı kısa mesaj sesi duyulurdu sessizlikte. Kahveye gel. Yada buna benzer birşey. Gelmeyeyim. Seni görmek istemiyorum. Kişisel olarak düşünme, kimseyi görmek istemiyorum. Cevap yazamayacaktı nasılsa, O da her nasılsa kahveye gelemeyecek olduğunu düşünürdü. Cevap beklermiydi acaba. Gelemeyeceğim. Bazen beklerdi. Bazen uzun süren sessizlik yıpratıcı bir hayıra denk gelirdi nasılsa. İş arkadaşları merak ederdi, bir kısmı, kalanları umursamazdı. Öğleye doğru telefon açarlardı, belki de çok gerekli değilse bunu da yapmayabilirlerdi. Akşama kadar idare edilebilirdi rahatlıkla, önemli olan akşamdan sonrasıydı. Akşamdan sonra rutin olarak telefon konuşması yaptığı bir kaç kişi arardı, eğer cevap vermezse kaygı duyabilecek annesi, başka bir şehirde yaşayan arkadaşı, telefonu zorlardı. Telefonu zorlamak. Cansız bir cisimi nasıl zorlayacaksın ki? Yinede gözlerini açmak istemiyordu, eninde sonunda güne başlamak zorunda olsa bile insan, sadece biraz daha ertelenebilir miydi ki? Açmadı gözlerini. Huzursuz, mutsuz, tanıklık etmek yada dahil olmak istemeyerek hayata, biraz daha kaldı.

15 Kasım 2011 Salı

EPİSODE IV : KADIN OLMAK VERSUS YAZAR OLMAK

Bu coğrafyanın ilk kadın romancısı Fatma Aliye Hanım, 19yy sonlarında doğmuş,  babasından gizleyerek kitap okumuş, ve yaptığı ilk çevirisinide “bir hanım” diye imzalamış.

Kadının Adı Yok’u ilk okuduğumda neden yok diye düşünmüştüm.

“Erkek işi addedilen yazarlığa geçişinde başta Ahmet Mithat olmak üzere hep erkeklerin onayına gereksinim duyması, onların yörüngesinde titizlikle tutulması Aliye'deki bu iki sesliliği yaratır. Görenek içinde batılılaşmaya çalışan, erkek öğretmenlerinden aldığı derslerle kendi dilini yaratmaya uğraşan Aliye baskın erkek söyleminin dışına çok az çıkabilmiştir. Dolayısıyla Aliye'yi feminist bir yazar yapmaktan alıkoyan bu paradoks olduğu gibi, kadınca arzularının gerçek ve kendiliğinden olduğuna dair klasik yanılsamadır. René Girard'ın arzularımızın özgün ve kendiliğinden değil aksine öykünmeci (mimetik) olduğunu savunuşundan hareketle Aliye'nin romantik arzusunun da ödünç alındığını, kendisine eril bir dil tarafından dikte edildiğini söyleyebiliriz. Fatma Aliye'nin yazarlığındaki bu çıkmaz, yazar oluşunda önemli etkisi olan iki 'baba'nın varlığında odaklanır. Öz babası tarihçi, hukukçu ve devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa ile edebi babası Ahmet Mithat, onu desteklerken denetimi ellerinden bırakmazlar.

..



Dönemin birçok aydını gibi Cevdet Paşa da hakiki bir 'terakki ve tebeddül' sağlanabilmesi için kız evladının eğitimini yönlendirmiş, ama onu derin bir İslam bilgisinden de yoksun kılmamış. Batılı çağdaşlarının aksine kendi adıyla yazan bir kadın olarak modernleşmeye geçişte etkili 'feminist' yanı bu nedenle hep gölgede kalmış; batılı üvey babanın doğulu kızı olmuştur adeta Aliye. Mithat, onu bir kadın yazar olarak lanse etse de bunun gelenekler dahilinde yapıldığını, Fatma Aliye'nin yazarlığının yanı sıra ahlaken de mükemmel bir kadın oluğunu sık sık yineler. Yazarlık, ahlakı doğal olarak barındırmaz bu görüşe göre, çünkü ahlak sadece görenek içinden kurulan tabular silsilesidir. Ahmet Cevdet Paşa ile Ahmet Mithat'ın hem kültürlü bir kadın yazar, hem de iffetli bir anne-kadın yaratma arzularının mükemmel bir tatmin alanıdır Fatma Aliye...”(Radikal kitap, 343, Hanede Öğüt)



               Fatma Aliye üzerine yazılmış bir kitap: “Fatma Aliye: Uzak Ülke”. Kitabın tanıtımını yapan sitede yer alan not:

ilk kadın Türk romancı Fatma Aliye’nin doğumundan ölümüne kadar tüm hayatı Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nun “Fatma Aliye: Uzak Ülke” adlı kitabıyla okurla buluşuyor. Yazara göre Aliye’nin kendi vatanı içinde kendini ‘uzak ülkede’ hissetmesinin nedeni, İslamcı yaklaşımıydı. Mustafa Kemal’in yaptığı yenilikler kendini uzakta hissetmesine neden oluyordu. Ama bir yandan da Latife Hanım ile mektuplaşıyordu.
Saltanatın kaldırılması, alfabenin değişmesi ve padişahın düşürülmesi demek, geçmişten vazgeçmek demekti ona göre. Geçmişinden vazgeçmiş olan da her şeyinden vazgeçmiş olurdu. Fatma Aliye’nin, kimilerine göre asıl belirgin özelliği feministliğiydi, kimilerine göreyse İslamcılığıydı. Kitabın yazarı Fatma Karabıyık Barbarosoğlu ise, kendi dünya görüşü çerçevesinde değerlendirdiği Fatma Aliye’nin muhafazakâr yanına daha fazla vurgu yapıyor.



               Fatma Aliye’nin yakın zaman tartışmaları, 50 liralık banknotları üzerindeki resimlerine dair. Neden cumhuriyet dönemi kadın yazarlarından biri değil de, Fatma Aliye sorusu etrafında düğümleniyor. Gönderme ilk oluşuna mı, yoksa muhafazakar ve Osmanlı oluşuna mı? Yoksa edebi yetkinliğine mi.

          Edebi anlamda olmasa da, benim tanıdığım en yetkin Fatma, annemdir. Zamanı geldiğinde, kendisinden başka hiçbir güç noktası, dayanağı olmaksızın himaye altına girmeyi reddeden, çocukları ve kendi yaşamı üzerine bütün çevresi tarafından yapılan çeşitli kurguları reddederek kararlarını alabilen ve uygulayabilen kadın.


21 Ekim 2011 Cuma

Episode II: Geç Kalınmış Yalnızlık

Hayat size düş gördürür. Tercihen erken uyandırır. Bazen erken uyanmak sizin için kötü, kalan herşey için iyidir. Bazen düşe kaldığınız yerden devam edebilmek için tekrar uyumak istersiniz, nadiren gerçekten aynı düşe uyuyabilirsiniz, nadiren hiç yakalayamayacığınız bir kabusa döner. Sayısız sıkıcı ve yorucu gerçek hayat deneyimlerinizin aksine düşlerinizde sizinde katkınız vardır, bilinç düzeyinde olmasa bile, bilinçaltı bir parçanızdır, ona dair şeylerde gerçekten çok daha size aittir.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Episode I:  Navigasyon cihazı olarak kalp.

Kalp gözünüz açık değilse bu aşk meşk işlerinde hislerinize güvenmek hayli yararsızdır. Üstüne üstelik sizi hayli zor durumlarda bile bırakabilir. Bakınız Semiha'nın içler acısı hali. Her kadın da olduğu gibi Semiha'nın feci şekilde kandırılma ihtimali gerçekleştiğinde koltuğunda oturdu, geriye doğru yaslandı, ve tüm hücrelerine kadar salak hissetti kendini. Öğrenilmiş salaklıklar. Birde sürdürülebilir salaklıklar vardı, kontrolsüz salaklığın, sürdürülebilir olana indirgenmesi.

"Yığın romanda ne arar? Bir vakit geçirme, bir dinlenme, gündelik hayattan uzaklaşma. Okuduğunu kolayca unutur, her kitap yenidir onun için; okuduğu, yaşayışının özünü etkilemez pek."

Kalp gözünüz açık olmasa da, Cemil Meriç var, Kırk Ambar var, ve hayat bunlarla da karşılaşmayı getirecek küçük mucizlere açık.

Semiha 'inkar/suçluluk/kızgınlık/kabullenme' travma sonrası tepkilerini alabildiğine yaşadıktan sonra kitabını eline aldı, ve kendini yığının bir parçası olarak hissederek okumaya devam etti.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Servade’nin telefonda sesi kıpır kıpırdı, “bilmiyorum, ne hissedeceğimi, ne düşüneceğimi, çok garip hissediyorum kendimi” diyordu. Müfide ilgiyle “neden? Ne oldu ki?” dedi. Bir an ikiside sustular. Müfide merakla “yoksa?... hayrolsun, anlatsana” dedi. Bu imayı biliyordu Servade. Birden sesi soğudu, uzaklaştı, artık ne anlatsa Müfide’nin anlayamayacağını, kendine ördüğü dev halkanın içinde hapsolduğunu düşündü. Kendi payı da vardı Müfide’nin bu halinde. Kızmadı bu yüzden, “dervişin fikri neyse zikri de o olurmuş”diye mırıldandı. Müfide, 40lık genç kız, kıkırdadı, “Haklısın” dedi mahçup.


Oysa yazma serüvenleri karşılaştırmıştı onları. Servade günlerce uzun uzun anlatırdı romanının karakterlerini, ne olup bittiğini hiç anlatmazdı, sadece kişilikler üzerine konuşurlardı. Müfide’nin küçük evinde, çay ve sigara eşliğinde sabahlamışlardı kaç kere, esasoğlan’nın bıyıklarına, uzun zayıf yapısına, kuzenlerinden biriyle çocukluğunda yaşadığı tuhaf istismar hikayesine kadar her ayrıntısını konuşmuşlardı. Servade ana karakter üzerinde konuşurken kendinden geçer, heyecana kapılır, odanın ortasını neredeyse tamamen kaplayan orta sehpa etrafında dönerek volta atarken Müfide onu sessizce dinler sonra basit bir soru ile bütün herşeyi değiştirebilecek bir fikir ortaya atardı. Böyle anlarda Servade alıp başını giderdi hızla, Müfide bunu hiçbir zaman kabalık olarak algılamazdı, gitmesi ve yazması gerektiğini, yalnız kalıp bunları düşünmesinin önemini bilirdi. Bunun dışındaki dostlukları Servade’nin yaşça küçük olmasına rağmen Müfide’ye yaptığı ablalıkla geçerdi, hayatına ilişkin eleştiriler yada tavsiyeler. Bir gün Servade yalnızlığının iyice sivrilttiği dişilikten uzak sesiyle Müfide’nin evlenmesinin ne kadar elzem bir durum olduğunu söyleyerek ve acımasız gelecek tahminleriyle düpedüz Müfide’yi incitecek kadar sert bir konuşma yapmıştı. O güne kadar bu ihtimali hiç düşünmemiş olan Müfide birden bu karamsar gelecek tablosu karşısında korkuya kapılmış, sanki herşeyi kendi elleriyle inşa etmiş olan kendisi değilmiş gibi, bir anda esecek kuvvetli bir rüzgara kapılıp dağılacakmış duygusu içine iyice yerleşmişti. Sonrasında birkaç ufak tefek olay, günlük sıradan sendeleyişler korkuyu kuvvetlendirmişti.

Servade romanın son sayfalarına geldiğinde,tuhaf bir ağırlaşma hissetmişti, zamanın akışı, bedeninin ve ruhunun yorgunluğu gün geçtikçe, sayfalar ilerledikçe ağırlaşıyordu, neredeyse yarattığı karakterlerin gerçek, yaşadığı dünyanın kurgu olduğuna inanmaya başlamıştı, evden çıkmadan uzun günler geçiriyordu, yinede ancak bir yarım sayfa kadar yazmış oluyordu, kendine kızmamaya akışına bırakmaya çalıştıkça bocalayışı artıyordu. Bir akşam Müfide aramıştı onu, hayatında biri olduğunu, ne hissettiğini, heyecanla, bir solukta ve şaşkın bir halle anlatmıştı. Bunun kendi dışında tüm kadınların başına gelebilecek bir durum olduğuna neredeyse emin olan Servade gülümseyerek arkadaşının bu hoşluk haline kendini bırakışını dinlemişti.

Şimdi telefonda “haklısın” diyen sese karşılık içinde bir kayıp hissi yaşıyordu Servade, romanını tamamlamıştı, yıllarca uğraştığı emek verdiği, düşündüğü, hayal kurduğu, neredeyse çocuğu haline gelmiş romanı bitmişti, ve yanıbaşında kendisini en çok duyabilecek seslerden biri bunu ıskalamıştı işte. Neden. Sarhoşluğun hissizliğimi. Kadınlığın kodlarına yerleşen bu vıcık vıcık duygusal hal. Kendini tuhaf hissediyordu. Telefonu kapattılar sıradan vedalaşma sözcükleriyle.

6 Ekim 2011 Perşembe

Bu gerçek dışı oyunun parçasıydık ikimizde. Biliyorduk, ve oyunu kendimizce genişletiyorduk. Köprünün kıyısında durmuştuk bir öğlen. Geçecektik. Çünkü yaşam bizi yalnızlaştırmış, omuzlarımıza ağır yükler bırakmış, sınavımızı zorlaştırmıştı. Öyle mi düşünüyorduk, düpedüz inkar edişimiz vardı bir de bunu, işte herkes kadar diye geçiştiriyorduk,  ara ara ilk kez bir aynayla karşılaşan kedi gibi pençemizi sırlı cama vurdukça aksimizle karşılaştığımızı anlamanın şaşkınlığına kapılıyorduk. Etkileyici olan bu muydu. Sonra tutkuyla kendi "ters" görüntümüze bakıyorduk, hayatın her alanı bize tam zıttını sunmuştu, herşeyin tersini. Zıtlık, terslik içinde serpilip gelişmiş benzer iki ruh.

30 Eylül 2011 Cuma

TÜTÜNSÜZ II

  Yenildim. Kurgularıma yenik düştüm. Hayatımdaki herşeyi öyle şiddetle sorgulamaya başladım ki, tütünün mavi dumanı sarıp loşlaştırsın istedim yeniden. Yenildim. Yine deneyeceğim. Daha yağmursuz bir günde.

Tütünsüz I

           Bu yeni bir yoksunluk krizi daha sadece. Biliyorum. Ne yaşadığımı, ne hissedeceğimi, ne zaman sakinleşeceğimi biliyorum. 29 saati aşmayı başardım. İlk bir kaç saat onbeş dakika da bir geliyordu kriz. 24 saate yaklaştığında düzensizleşti. Her saat başı  mutlaka ama arada uzun dönemli krizlerde. Kriz çok şiddetliyse su içiyorum, biraz faydası oluyor. Bunun dışında çay, kahve gibi içeceklerde aynı şekilde rahatlatıyor. Kriz başladığında kendime olacakları tekrarlıyorum sadece, evet nefes darlığı başlayacak, kalbin hem ağrımaya hem çarpıntı yapmaya koyulacak. Dayanabilirim, bu bir kriz daha sadece, eninde sonunda seyrelecek bir kriz daha, atlatabilirim, sonuncu olmayacak, bitmeyecek, devam edecek, ama atlatılabilir olduğunu göreceğim. Eğer yalnızsam derin derin nefes alıyorum, sanki nevalesiz ciğerlerim yeteri kadar genişleyemiyor, yarım yamalak nefes alabiliyor. Kandaki oksijen seviyesi sanki normale dönmek yerine üçte bire inmiş gibi sürekli bir soluksuzluk hissi. Önemli değil. Ne olduğunu biliyorum, bir yoksunluk krizi daha sadece. Alışacağım. Bağımlı olduğumu, hayatımın sonuna kadar bu tehlike içinde olacağımı, krizlerin şiddetlerinin çok uzun zaman azalmayacağını ama seyreleceğini biliyorum ve kabul ediyorum. Ömrümün son yirmi yılının eşlikçisine veda ediyorum. Kim için kolay olmuş ki benim için kolay olsun. Bir bardak su daha içip yılların koyulaştırdığı tiryakiliğimi seyrelteceğim. Her su damlası ile biraz daha atılacak hücrelerimden, yoksunluk hissim azalacak.

13 Eylül 2011 Salı

   Birden fark ettim ki bütün bir okuma serüvenimin temelinde ki şey, yazma yada bilmeye dair dürtülerin dışında roman okumaktan keyif alıyor oluşum. Üstüne üstlük keyif aldığım şeylerin hızla azaldığı bir çağımda. Şu yada bu nedenle bir romanı elime aldığımda içinde kaybolup gitmek bana keyif veriyor, nedeninden bağımsızlaşıyor. Okuma sürecimi ehlileştirmeye çalıştığım zamanda bile elime geçen roman bir anda günlük ve hatta daha uzun soluklu kaygılarımı dindirip beni uzaklaştırıyor. Öyleyse kaybolmak, hemen, şimdi.

10 Eylül 2011 Cumartesi

Quasimodo

Başını kaldırıp pencerenin dışında görünen yola baktı. Az aralı bıraktığı pancurlardan evin küçük balkonuna konmuş masanın üzerinde duran yapay çiçeği ile dışarda gecenin ışıkları görülüyordu. Işığı yakmamıştı, karanlığı seviyordu, açık duran televizyonun durmaksızın değişen görüntüsü odayı kah maviye kah kızıla kah sarıya boyuyordu. Gözleri camın önünde duran sallanan koltuğa ilişti. Annesi hep orada otururdu. Sakince sallanırdı oğlunun ona hizmet edişini seyrederken. Şimdi binlerce kilometre ötede dilini bile konuşamadığı bir şehirde hastane odasında yatışını hayal etmeye çalıştı. Nefessiz kaldığını hissetti, kalktı, camı biraz daha araladı. Dışarda sessiz bir gece vardı. Telefonunun çalmasını bekliyordu bir yandan. İçinde ince bir kıpırtı vardı. Hüzne bulanmış, acıklı bir kıpırtı. Kadının gelişini kendi istemişti. İstediğini biliyordu. İnkar etmenin kendisini kandırmanın anlamı yoktu. Yürüdü, kanepesine geri döndü. Nerede otururdu. Sallanan koltuğa oturmamalıydı, önce kendi oturursa buna fırsat olmazdı. Oturdu, huzursuz kıpırdandı, sehpanın üzerinde duran bardağından bir yudum su içti. O sırada telefonu çaldı. Ama kadın değildi arayan. Annesinin yanına birkaç gün önce gitmiş olan Ablasıydı. Sesi soğuk, katı durumu anlatırken sadece mantıklı açıklamalar getiriyordu. Kendini kanepeye daha da gömülmüş hissediyordu. Herşeyden vazgeçmek hiçbirşey yapmamak geliyordu içinden. Durumu kısaca özetleyen ablası telefonu kapattı. Evi sessizlik kaplamıştı. Neden sonra telefon çaldığında kapadığı televizyonu yeniden açtı. Karanlık. Karanlığı seviyordu. Kambur kalktı ve yatak odasına yürüdü. Camı kapattı, kimsenin bilmesini istemiyordu. Kendi günahı olacaktı bu. Kimse bilmeyecekti. Kendi sırrı. Geri döndüğünde televizyonda garip bir görüntü buldu, bir kadın, kırmızı bir elbise ile bir adamın karşısında dans ediyordu. Adamın ara ara ekranda beliren terli yüzü şehvete bulanmıştı, kadınsa son derece rahat ezberlenmiş hareketlerle davranıyordu. İçi sıkıldı yeniden. Bir bardak su daha içti. Beklediği telefon bir türlü gelmiyordu. Sırtını kaşıdı, belkide gelmeyecekti.


Gelmeyebilirdi, ona vaadettiği hiçbirşey yoktu, bir ilk dışında. Kadın onun ilki olmak istediğini söylemişti, sadece bu kadar istiyordu, asla ötesi olmayacaktı zaten, günlerce bunu konuşmuşlardı. Kambur ona kimseye bir şey hissetmediğini, hissedemeyeceğini açıkça söylemişti, bu yüzden kadının ondan birşey beklemeyeceğine emindi. Bunca beklentisizliğine karşın Onu istiyordu. Onu kendisinin de istediği gibi salt bir kerelik bir dokunuş olarak istiyordu. Bekledi. Yıllarca beklemişti aslında. Asla daha ileri gidemeyeceğine emin olarak beklemişti. Bedenini sevmemişti hiçbir zaman. Bir kadının bu bedeni sevmeyeceğine emindi. Başka şeylere sahipti sevilecek. Herkesin bu yüzden ona yaklaştığına emindi. Kambur gözlerini yola dikti. Belkide telefonu çaldırmadan gelirdi. Oysa bu kadın sevilecek şeylerinden habersizce sadece bedenine ilgi göstermişti. Sırtının büyük çıkıntısına bile. Dokunmak ve okşamak istediğini söylemişti defalarca. Tedirgin, korku ve istek içinde dinlemişti Kambur Onu. Bazen Kadın anlatırken korkusunu bastıran erkekliği kendisini tamamen sarhoş edip sanrılar içinde rahatlayana dek bırakıyordu kendini. Bu anlar sıklaştığında daha fazla karşı koyamayacağını hissetmişti içgüdülerine. Kadını istiyordu. O gece ilk telefon gelmişti Uzaklardan. Annesi bir trafik kazası geçirmişti, durumu ağırdı, babası bekliyordu ama daha henüz ona göstermemişlerdi bile, üstelik ikiside gittikleri ülkenin dilinide kendi ana dilleri dışında hiçbiri dili de bilmiyorlardı. Çaresizlik, yalnızlık iliklerine kadar hissettiği isyan duygusu. Aynı şeyi babasının da hissettiğini , üstelik apar topar gitmek istese de bir yığın bürokratik engelin gidişini günlerce erteleyebileceğini biliyordu. Oysa hep orda olurdu annesi, ne zaman istese annesi varolurdu, şefkatli, güzel, onu gerçekten seven ve sevecek olan tek kadın. Şimdi kendisi kapana kısılmış gibiydi, elinden bir şey gelmiyordu.

Birkaç gün sonra kadın onu aradığında gelmek istediğini söylemişti. Karşı koyamadı. Annesinin durumu daha iyiye gidiyordu, hala yoğun bakımda olmakla birlikte solunum cihazından çıkarmışlardı, ciğerleri tek başında çalışmasada hala, daha iyiydi, ablası yanına gidebilmişti ve artık çok daha kolaylaşmıştı herşey. Gel demişti. Ve şimdi, bekliyordu, korkuyla, titreyerek ve kendini bırakmak isteyerek tamamen.

Kadın sessizce pencerenin önünde durdu. Ev bir apartmanın giriş katındaydı. Kambur içerde onu bekliyordu, Karanlıkta bir gölgenin kıpırdadığını fark etti, Kambur cama yaklaştı yavaşça. Sonra ikiside uzaklaştılar, kapıya doğru ilerlediler. Kambur tereddüt içinde kapıyı açarken kadının son derece rahat haliyle kendini kanepeye bırakışı izlediği filmin bir sahnesi gibiydi. Korkusu yeniden boğazını kurutmaya başlamıştı, ama sehpaya uzanıp bardağını alamıyordu, ayakta durmuş kalmıştı, oturamıyordu, nereye oturacağını bile bilemiyordu. Kadının gülümseyerek kendisine baktığını biliyordu, hiç konuşmamışlardı, artık konuşmak istemiyordu. Sıkıntıyla sallanan koltuğuna yürüdü. Oturdu. Güzel ince bacaklarını açıkta bırakan gri dar bir etek giymişti kadın, sokağın ışığı boylu boyunca bu bacağı aydınlatıyor, yukarıya doğru artan kıvrımlar loşlukta kayboluyordu. “Yanıma gelsene” dedi Kadın sadece. Yanına oturdu. Ne yapacağını bilmiyordu. Kadının kolları boynuna dolandı ve yüzünü kendi yüzüne çekti. Kambur bütün bedeninin titrediğini duyumsayarak kadını öpmeye başladı, bedenini isteklerine bıraktı, sadece erkekti, dokundu, okşadı, keşfetti ve zamanı geldiğinde kadın sessizce yardım etti ona. Titremesi hiç geçmeden bedeninin kendini kaybedişini her hücresinde hissetti. “İçindeyim” dedi sadece. Kadının ince hafif parmakları sırtındaki devasa çıkıntıyı okşuyor, tırnaklıyor, bedeni bu yabancı dokunuş karşısında sıkıntılı, haz içinde, kaybolup gidiyordu.

Kadın gittikten çok sonra sabahın erken saatlerinde telefonu çaldı. Arayanın kadın olduğunu düşündü ilk, yatağının içinde yorgun, kımıldamak bile istemezken aramaması gerektiğini tekrarladı kendine, açmayacaktı, ama nedense telefonun ekranında beliren isim başkaydı, ablasıydı arayan. Huzursuz eline aldı telefonu.

“Annemi yeniden solunum cihazına bağladılar. Enfeksiyon kapmış. Durumu ağırlaştı”

İnce bir sabah ışığı donuk yarı kapalı pancurundan içeri doğru sızıyordu.

28 Ağustos 2011 Pazar

SALÂH BİRSEL II

 Şiirin İlkeleri'nden :

 "Fikir ve sanat adamlarının en uluları öyle buyurmuş: Şiir açıklanamaz.

O ünlü Fransız yazarı Jean Cocteau şiiri tarif pahasına şairi Tanrının huzuruna çıkartıp ta Tanrıya tren kazalarının nasıl açıklanabileceğini sorduğu vakit Alem Yaratıcısının
- Tren kazaları açıklanmaz, hissedilir.
 yollu cevabı kendisini son derece memnun eder.

Denilebilir ki bu tarz bir anlayış şiiri en az yüzyıllar boyunca karanlık bir ormanda sürüklenmeğe götürmüştür.

Hayır şiir açıklanabilir."

SALÂH BİRSEL I



 "Ben Güzin'i düşünürken
Güzin'in de düşündükleri vardı
İnce inceydi parmakları
Minnacık bir yüzü vardı

Güzin'in aklında
Atlar arabalar
Daha başka erkekler
Başka hayatlar vardı

Güzin'in kedileri vardı
Benim gibi okşanmak isteyen
Ama sevdanın adı geçsin
Güzin kaşlarını çatardı

Güzin masalların da Güzin'i
Şehzadeler Güzin'in şehzadeleri
Bir büyük defter tutar
Güzin'in hayalleri

Ben odada otururken
Güzin'in de oturduğu odalar vardı
Kendisine ait bir yatağı
Kendi uykuları vardı
 
Yazar : Salah Birsel"

26 Ağustos 2011 Cuma

 Kalabilmenin/ kaçabilmenin yolları olsa. Düşünmekten/ yorulmaktan/uzaklaşabilmekten. 

18 Ağustos 2011 Perşembe

Artvin'in yolları taştan

Yok yok, aslında ne kadar korktuğumu kimseye belli etmemeye çalışıyorum. Hayır bir şehir neden bu kadar dik bir satıh üzerine kurulur ki? Yok muydu düzlük bir yer, olmadı kurmayıverseydiler ya? İşte zamane insanları ne akla hizmet sen dağın tepesine şehri kuruver, ondan sonra da böyle uçurumları aş da gel, yüksekten korkma da gel. Olmuyor ki böyle. Hayır birde cesaret dolu benliğimin herkesce kabul ve takdir görmüş halleri var ki ev halkına ya ben o yolda nasıl araba kullanayım pek bir tırsıyorum aslında ben gitmeyeyim cümlesini kurmak mümkün değil.

İlk seferde yolun ve kentin ne kadar dik bir dağa kurulu olduğunu fark etmeyen ben, pek bir hevesle tabii, hemen gidelim diye atlayıvermiştim. Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete misali virajları vınlayarak aşan ağabeyim önünde aniden beliriveren ağır kamyonu görünce "hah şimdi kaldık böyle" diye bir inledi önce. Sonra ardı sıra saatte 20 km hızla yol almaya devam ettik. Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, birde levhaya baktık ki yarım saat geçmiş ama biz 10 km yol almışız daha. Artvin 50 km. Artvin 40 km. "Sağa çekeyim de sen kullan, bitmez şimdi bu yol" dedi bir hayli canı sıkkın bir halde. Öyle de yaptı. Geçtim direksiyonun başına, sağa baksam uçurum, sola baksam devasa bir dağ, gidiyorum bütün aşklar yüreğimde, arkamdan gelen tırlar bile datlıyorlar bir iki, yasak dinlemeyip solluyorlar. Virajda devasa cüsseleriyle yanı başımızdan hızla geçerlerken sarsılıp titriyor minik araba. Tabii ki ben hız uyarı levhalarına, geçilmez, sollanmaz, sağa sola bakma korkmak istemiyorsan uyarılarına harfiyen uyarak ilerledim. Nihayet bir köprünün başında, bir kavşağın ortasına geldik. Artvin levhası. Işıklardan sağa doğru köprünün devamında dağa çıkan yolmuş meğer Artvin.

Mecnun olsa dönerdi yolundan Artvin.

11 Ağustos 2011 Perşembe

ÇAĞRI

 Kendi içine dönmek. Bir başka yerlerden sıyrılıp, kendinden kalanları toparlayabilmek. Parçalarını özenle azar  azar biriktirmek. Ne kaldıysa yetinebilmek. "Tutunamayış sefilliktir, tutunmayış ise kaybedenin erdemi." Geçmişine doğru ilerlerken zihnin ayrıntıları kendince yontup düzleştiriyor. Bunun farkında olarak, bu yeni geçmişle başa çıkabilmek. Belki de ne yaşandığının değil, ne hatırlandığının önemi vardır. Belki de gerçek değil, anıdır bizi var eden. An değil, anımsanan. Öyleyse, kapat gözlerini...

25 Temmuz 2011 Pazartesi

DÖNMEK

       Uçak henüz uyanmamış şehre indiğinde gözlerimi sarsıntıya açtım, yanımdaki kadın hala uyuyordu, ve bir buçuk yaşlarında ki kızı da  kucağından düşmüş ama emniyet kemerine bağlı olduğu için annesinin bacaklarına asılı kalmış halde ağlıyor, sol tarafımda ki adam da hala ekşi bir suratla kaşlarını çatmış huysuz bir yüz ifadesi ile donuk oturuyordu. Elimdeki yarı kabuklanmış yarı sulanmış yara biraz daha sızlıyor biraz daha genişlemiş gibi duruyordu. Kısa aranın sonu. Yorucu, kabul edilmiş mutluluklar, genel geçer eğlenceler ve hızlı bir çalışma temposu ile geçen kısa ara. Çok eskilerden bir dostu yeniden görmek." Biliyormusun istanbula taşındım." Yolları aştım geldim, dağlardan taşkınca geldim. Yoruldum, umutsuzdum. Sabahın beşinde bile berbat bi sıcağın beni karşıladığı şehrin ortasında buluvermek kendini. Umutsuzum, umutsuz, umutsuzsunuz. Hayır, bu aslında umut edilecek bir şeylerin varlığından yoksun olma halini anlatıyor. Umut edebileceğim birşeyler varmı oblomov özentisi hayatımda ki eksikliğinde "umutsuzluğa" kapılayım. Yaşayıp gidiyorum işte, minik goller atıyor hayat bana, bende daha büyüklerinden kurtulduğum için şanslı hissediyorum kendimi. Kadının kucağında ki çocuk gibi. Kendisinden önce uyuyan bir annesi olduğu için şansız, oysa bir çok anne için durum tersidir, ama belindeki kemer hala takılı olduğu için şanslı, bu kucaktan kayıversede bağlı kalacağı için. Taksi ve otobüslere doğru valizleri ile koşturmakta olan yığının arkasından ilerledim, kapının dışında, duraklara yakın bir yerde sigaramı yakarken arkamda çocuğun uykusuz ağlayışı ile kadının sessiz ilerleyişi arkamdaydı hala.

Yine de ne demiş cem baba  "Döndüm baba döndüm işte oh be"

10 Haziran 2011 Cuma

ARSAN'IN GİDİŞİ

     "yalnızlıgı bir mahkumiyet gibi yaşar ama anlatması gerektiğinde.. tek başınalıgı kuşanmış bir şövalyenin erdemiyle dokunaklı söylevler verir:)" dedi Arsan." bu lüksten de öte bişe,  kabalık olurdu bi noktadan sonra artık. Hiç değilse samimi bi edebi çaba görebildiğimde kendimi iyi hissedebiliyodum bi noktada ama açıkcası  o paragrafı okuduktan sonra o paragrafın yazarına ayırdıgım yer yer uzun zaman dilimlerini içim acıyarak anımsadım:)  hiç değilse bi dürüstlüğü hak eden çaba ve paylaşımdı onlar bu kadar vandal bir sahteliğin böyle kaba bir maske ile boca edilmesi ...en hafif tabirle gasptır,  iyiliğin yagmasıdır" diye de ekledi ve gitti.
 

5 Haziran 2011 Pazar

Açık düz bir alanda desteksiz koşuyor gibiyim. Sanki doğuştan bir ayağımda engel var da tökezlemem gerekirken hızla koşuyorum, hızlandıkça dengemi kolay sağlıyorum, hızlandıkça yanımda yöremdeki herkes düşüşü daha can yakıcı olacak, her nasılsa düşecek ama bu hali daha acıtıcı olacak diye düşünüyor. Bazen düşecek gibi oluyorum, yüreğim ağzıma geliyor, bazen dalağımın şiştiğini daha fazla koşabilecek gücüm kalmadığını hissediyorum. Yalnız olduğumu biliyorum, yardım almayacağımı da kimseden, ilk sendeleyişimde etrafımda gördüğüm herkesin kaybolacağını da.  Biliyorum, herkesinde 'aslında' böyle olduğunu sanmak biraz rahatlatıyor, iyi tesadüflerle ilerliyorum, gözlerimi kapatıyorum, düşecekmiyim bilmiyorum, emin olduğum tek şey devam edeceğim.

26 Mayıs 2011 Perşembe

  Aslında gerçekten bu kadar öküz biri değilim. En temelinde çay koyup ikram etmek, benim kadar tembel bir evsahibesi için ciddi bir eziyet. Çok keyif alarak sadece sevgilime ikramda bulunur, "sevimli misafirperver evkadını"nı oynamayı eğlenceli bulurum. Bu statüde algılanmayacak her misafire ikram eziyet gibidir benim için, herşey selfservistir, bir kısmı için bu rahatlatıcı bir durumdur, mutfağa girilebilir ve istenilen şey sanki kendi evindeymişcesine rahatça hazırlanılabilir ve ev sahibesi salonda, oturduğu yerden sizinle geyik yapmayı sürdürebilir. Bu iki yönlü bir "iyi" durumdur, misafir için canı istediği zamanda birşeyler içebilmek ve kendisine birşeyler sunulmasını beklemek zorunda olmamak, ev sahibi içinse misafir adına düşünerek hareket etme gerginliğinden kurtulmak. "çay koyayım mı ?" dedim alabildiğine doğal bir öküz ses tonuyla. Misafir "Eee..  bir bardak daha alabilirim eğer zahmet olmazsa" dedi. Hay senin zahmetine, olacak tabii, ama artık sormuş bulundum, üstüne üstlük basitçe "evet" demek yerine bu kadar uzun bir cümleyi dinlemek zorunda kaldığımdan  değerli zihnimi de meşgul etmiş oldun, demedim. Gerçekten demedim.

17 Mayıs 2011 Salı

     Zamansız olmasada ani bastıran sıcağın öğle ortası panikleri içinde evde dolanıyordum. Gereksiz ve içeriği bir hayli değiştirilmiş kısa tatil daha başlamadan eziyete dönüşmüş durumdaydı, bütün valizleri odaya getirmiş, bütün yazlık kıyafetleri yatağa dökmüş, valizler, giysiler takı ve makyaj malzemeleri arasında sürekli bulamadığım birşeyleri arıyordum. Ayakkabılarım, terliklerim ve bir kaç tişörtüm kayıptı. Üstelik yarın yola çıkacaktım ve son anda 2 kişi daha eklenmişti. Oysa tatil, daha keşifsel bir ara olmamalımıydı? Güneye doğru ağır ağır ilerlemeliydi insan, geçtiği kilometrelerin sıcaklığını, yorgunluğunu, yolun bitimsizliğini hissederek, zaman zaman daralan yolun etrafından geçip giden kamyonların, yolcu otobüslerinin heybetli sarsıntıları içinde arabanın savrulduğunu hissederek, sırt ve omuz ağrıların ve sigara içmekten acılaşan ağzınla dumanı açık camdan savurarak ilerlemeliydi. Bir benzinlikte durup tutulan ayaklarınla bir kaç adım atmaya çalışarak ara vermeliydi, küçük kızının yorgun ama hala çocuksu sevincinde etrafında dolanmasını izleyerek.. Tatil yol demek olmalıydı. Anlamsız bir kalabalık içinde geçirelecek 3 günmüydü? Bir uçağa tıkılıp hop yukarda hop aşağıda hop işte havaalanında olmak vardığını hissettirebilirmiydi?, yada hergün aynı ciddiyet ve vakurla gördüğün bir avuç insanı takım elbiseleri içinde değilde yazlık tişörtleri içinde görünce daha mı keyif alınacaktı sohbetlerinden? Küçük kızım mutlu olacaktı işte, diğer ailenin de onun yaşlarında bir çocuğu vardı, buna ihtiyacı vardı, yazları diğer çocukların aileleri gibi bir tatil mekanında kendi akranları ile oynamaya normal bir ebeveyn gibi davranmama ihtiyacı vardı. Kusmak istiyordum ama için için. Benden başka herkes benim adıma kendini iyi hissetmişti bu tatil yüzünden. Annem, ablam, eski eşim, bugüne kadar kalkışmadığım böylesi çocuklu aile versiyonu tatili huzur içinde onaylamışlardı. Şimdi odanın ortasında durmuş, çaresizlikle  dağ gibi kıyafet yığının içinden hiç biri işime yaramayacak birşeyler bulup hızla valizime tıkıştırıyor, bir ikincisini muhtelif malzemelere ayırıyor, vazgeçiyor, iki valizi 3 gün için fazla bulup bir tanesine sığıştırmaya çalışıyor, başaramıyordum. En sonunda bu durumla başa çıkamayacağımı fark edip yığının üzerine uzandım, ve ulises'in en pornografik bölümlerini okuyarak uyumsuz ve yalnız ebeveynliğimi joyce'un ironik cümlelerinin akışına teslim ettim. (8 yılda 589 sayfa! yaşasın joyce, yaşasın kalan 220 sayfa!)
       Saçma olduğunun farkındaydım. Oturuyordum, oturma eyleminin beni terk ettiği devinimsizlik içinde hayal kırıklığımı yaşıyordum. Mutsuzdum. Biri sanki kırmızı başlıklı kızı iğfal etmişti, kalakalmıştım. Altıkırkbeş yayıncılık, ilk gençlik hayallerimin en baş en asli kahramınıydı bir kere. Yazacağım, uzun yıllardır yazıp yazıp atmakta olduğum, ama eninde sonunda atmamaya karar vereceğim romanım orada yayınlanacaktı, bütün üniversite yıllarımda kitabımın sadece burada yayınlanacağını düşünmüştüm. Dost kitabevinin ayakta dikilip kitap okuma dönemlerinde bir kitap almıştım ve ilk sayfasında "altıkırkbeş yayıncılık bir kaybedenler kulubü tribidir" cümlesini okumuştum.  Basit bir cümlemiydi. Çok içtendi. 90 yılların başları. Karalar giyinip, sakarya caddesi kaldırımlarında bira içtiğim dönemleri hayatımın. Kitaptan çok yayınevinin ilk sayfaya ilave ettiği o paragraf hoşuma gitmişti, yayınevi hangi kitabı basarsa almaya karar vermiştim, neyse ki iyi kitaplar basılıyordu, az sayıda da olsa. Tabii ki verdiğim bütün kararlar gibi unutup gittim, bir süre sonra yayınevinin adını bile unutmuştum. Evliliğimin ilk yılında bir "başarı" olarak istanbul'a yerleştiğimde  kitap fuarının kataloğu elimde yayınevinin adını okuduğumda gülümsemiş kısa bir süre hatırlamıştım. Tepebaşı'ndaki son fuardı, eşim o kalabalığa kendisini soktuğum için kibar küfürlerini sıralamaktaydı sürekli ve girişin kenarında kalmıştık, ilerlemeye cesaret edemeden. Sağ tarafta bir yerde yine üniversite yıllarımda meftunu olduğum "hayalet gemi" dergileri vardı, eski sayılarını karıştırırken fuarda daha ilerilere gitme konusunda ısrarcı ve dırdırcı olmamamın  ödülü olarak "hadi hepsini alalım" demişti eşim, bütün eksik sayıları toparlamıştık, altıkırkbeş yayıncılık standını unutmuştum çoktan. 10 yıl sonra kanepemde yayılıp günü geçirme kaygısızlığı içinde izlediğim kötü türk filminin başında yayınevi adının aslında altıkırkbeş olmadığı, kötü bir tesadüf olduğu umuduna kapılmış, midemi tuta tuta ve acı içinde filmi sonuna kadar izlemiştim.  Sırf haklı olduğumu göreyim diye. Haksızdım. Adamın adı bile yayınevi sahibinin adı ile aynıydı. Saçma olduğunun farkındaydım. Mutsuzdum yinede. Geçmiş değerlerime saldırı almışlık hissiyle yayınevi sitesinde dolanırken, "dosya gönderme şartları"na ilişti gözlerim. Tüm mutsuzluğumun içinde gönderilebilecek bir dosyamın bile olmadığını fark ederek, içim buruk, bir sigara daha yaktım.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

"Aşk iki kişilik bir mevsimdir." Bir mayıs akşam üstünde içilen çay. Geçici bir ısınma halidir, hayata, kendine, şehre. Başına olmadık işler açılma ihtimaline kendini teslim ediştir, gözlerini kapayıp hissedebilmektir, müziği, rengi, ve sigaranın tadını yeniden keşfetmektir. Aşk övgüdür yaşama, aklın ve ölümün olumsuzlanmasıdır.

14 Nisan 2011 Perşembe

Şimdi burda olmakla gitmek arasında ki anlamsız çelişkinin beni hissizleştirmesine izin vererek kanepemde uzanıyorum. Sevdiğim basit, sakin bir melodi yayılıyor odaya, içimde incecik bir sızı. Uyandığım rüyadan kalma. Karman çorman şekiller, az bildiğim, çok iyi tanıdığım yada daha önce yüzünü bile görmediğim bir sürü insanı gördüğüm, kabusa kaçan, sıkıntılı rüya, tuhaf mekan. Mekanlar hep tuhaf olur rüyalarımda. Evler, birbirinin içine geçmiş odalar, labirentimsi koridorlarla doludur, tuhaf balkonları, gotik camları olan, insanın  kendini bir oyunun içinde hissettiği, gerçek olmadığını bildiği ama bu haliyle keyif veren. Uzundur görmediğim bir arkadaşın loş, geniş odalı evindeydim rüyamda, ev sahibi arkadaşım, annesi, annesinin neşeli şişman arkadaşları ve sarışın hoşça bir kadın olan kız arkadaşı da evdeydi. Odalarda gezip duruyordum, duvarlarda bir sürü yarım kalmış  şekil, resim, garip fotoğraflar vardı. Birkaç balkona çıktım, ama dışarısı hiç görünmüyordu, soyutlanmış havada asılı kalmış gibiydi ev, dış manzarası yoktu. Arkadaşım birşeyler anlatıyordu uzun uzun, kız arkadaşı ilgiyle dinliyordu, ben ilgiyle duvardaki şekillerden birine bakıyordum, aslında bir yerlere geç kalıyordum, çıkmam gerekiyordu, ama ev sahibinin tamda çok anlamsız bir anda çıkmaya niyetlendiğimi ima eden tavırları yüzünden çıkma anımı kestiremiyor, kıvranıyordum. Niye sonra anne ve şişman arkadaşları gülüp, 18'lik gençkız neşeleri ile oldayı doldurdular, bana birşeyler sordular, , hala evden çıkmam gerektiğini düşünüyordum ama bu seferde böyle keyifle sohbet eden anneyi bölmekten korkuyordum. Nihayet anne ve arkadaşları da çıkarken fırsatını bulup bende çıktım, ama dışarısı tamamen yabancı bir semtti, otoyol ve devasa köprülerin olduğu, çok büyük binalarla bomboş kaldırımlarla dolu. Yürüdüm. Kızımı bir yerlerden almam gerekiyordu, ama almam gereken okul binasını bulamıyordum, kaygı ve sıkıntıyla insansız sokaklarda yürüyemeye devam ettim, gittikçe artan geç kalmışlık duygusuyla.  Uyandığımda kanepemde uyuyakalmıştım, gece yarısını çoktan geçmiş saat, halojen lambanın gereksiz net aydınlığı içinde yorgun düşmüş bir halde.

27 Mart 2011 Pazar

Herkesin anlayamadığı birşeyler vardır. Bazı şeyleri de anladıklarını düşünürler. Pazar sabahı, bugüne has erken vakti. Yorgunluk mu, yılgınlık mı yoksa hızlıca gelen bahar mı. Gökyüzünün mavisi, Otoparkın ağaçları, İnsan olmaya dair, az da olsa ne kaldıysa pencerenin dışında. Hala yitirmeme ihtimalimiz olanlar. Çoktan yitirdiklerimiz. Bulutlar gelecek. Bulutlar ince sızılı yağmurlarını üzerine bırakacak. Hemen değil, yavaş bir ölüm bırakacak üzerine. Seviyormusun ki hayatı? Bir akşam vakti, bir sahil kenarında ballı çay içtiğin adam, şimdi yaşıyormudur ki? Bütün ailesi yakın zaman dilimleriyle kansere yakalanmıştı. Kendisi ise amfizem koah yüzünden yatağa bağlı yaşamıştı uzun yıllar. Ama seviyordu hayatı yinede. Sırayla tüm yakınlarının acılı ölümlerine şahitlik etmişti. Hepimiz birşeylere şahitlik ederiz. Tökezler, nefessiz kalırız. Ama doğrulur devam ederiz. Doğamız mı bu? Ama işte, Martın son günleri, bahar, hep  merak ettiğin, sabaha karşı şarkısına başlayıp seni sevinç, şaşkınlık ve hüzün içinde bırakan kuşun adını bile radyoda tesadüfen öğreniyorsun. İşte bahar, yeniden doğma hali, ağır kasvetli geçen kışın ardında, taze. En azından öyle olması gerekir. En azından ansızın varlığını hissettiren güneşin içinde bir yeniden doğuş hissi uyandırması gerekir. Gerekmeyenler? Herkesin anlayamadığı birşeyler vardır. Benim anlayamadığım bir sürü şey var.

27 Şubat 2011 Pazar

Önce kanun vardı. Ama yeteri kadar anlaşılamaz olduğu için tebliğ çıktı. Fakat tebliğ,olur da daha anlaşılabilir kılması bir yana, herşeyi çorbaya çevirip, birde işin içinden çıkılmaz bir hale getirdiği anlaşılırsa, bir iki bakanlar kurulu kararı ile eksik gedik giderilebilirdi. Olmadı sirküler çıkartıp "bak bundan bunu anlamanız gerekiyor" denebilirdi. Yinede terslik çıkarsa,  tümü 10 yıllık bir geçici kanun maddesi ile tersyüz edilebilirdi. Sonuçta hiçbiri, hepsi, çözülemez bir yumağa dönüştü ve onlardan anlayabilecek hatta uygulayabilecek insanlar gerekti. Bu yüzden sınavlar yapıldı. Bir sınav, iki sınav, üç sınav. Yeterlilik, yetkinlik, yemin ederim ki herşeyden anlarımlılık. O da olmazsa hendekten atlarım sınavı konabilirdi. Ben atlayamazsam deve bulur onu bile atlatırımlılık hatta. Saat sabahın beşi. Kapat gözlerini. Bir kere daha bu cümleyle bitir. Kutsanmış kazanç sahibi olmak zordur. Kutsanmış kazanç sahibi olmalarını sağlamak daha zordur. Yinede kapat gözlerini.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Kendi içeriklerimden yoksundum evet. Gidiyordum ama zaten, anlamı kalmamıştı. İşte tam da o sırada işaret parmağımının ucundan, tırnağıma dikey bir parallelikle hani köşesini az almak için mi ne, kesiverdim. Bu haliyle çok derin olmamakla birlikte geniş bir yüzeyi yara haline getirdim, ve ne kadar canım yandığına şaşırarak bantladım yaramı. Bu tıpkı sigaranın dumanından tam da derin bir nefes çekmişken yutkunmak zorunda kalmak gibi bişiydi, ağzım dumanla doluyken küçük dilimin usulca nefes borumu tıkaması ile yemek boruma yol açması. Oysa olması gereken tersiydi. Parmaklar var oldukları şekilleri ile ergonomiktirler, kesmeyiniz. Gereksiz biçimlendirmeler çok can yakıcı oldukları gibi aynı zamanda verimli kullanılmalarına engel teşkil ederler. Üstüne üstlük yeni aldığınız bıçağın fazlaca keskin olduğunu farketmeyişinizle beraber ekmeği dilimlerken böyle talihsiz bir dilim de parmak ucunuzdan kesiverdiğinize inanmayacak aşırı mazoşist yapınızı takdir eden bir çevreniz varsa, daha ciddi sıkıntılara da yol açabilir. Ama en can alıcı nokta bu bantlı parmağınızı artık klavyede kullanamayacağınızdan kalan dokuz parmakla idare etmenin bütün ilham perilerinizi kaçırtacak kadar sizi yavaşlatmasıdır. 6 gündür bloğa yazmamanın çok uyduruk bahaneleri. Ama cidden acıyor.

12 Şubat 2011 Cumartesi

Büyüdün mü artık çocuk? Yoksa 20 yıl önceki gibi mi kaldın?

11 Şubat 2011 Cuma

Herr Mannelig Herr Mannelig mi vorrei sposare?

Sonra dedim ki herr manneling, herr mannelig mi vorrei sposare?, O da dedi ki "de get dağ trolü seni, ne evlenicem senlen hıristiyan bilem değilsin sen" Oysa ben ona kredi kartı borçlarım, bankadaki eksi bakiyelerimi vaadetmiştim ve tabii ki tam bir adanmışlık. Kanmam sana, aidiyetinde sorun var senin dedi. Evet vardı, tamam da mülk Tanrı'nındır sadece bir kere, ben kendi bedenimin sahibimiyim ki? Değilsem eğer, nasıl olurda benim olmayan birşeyi bir başkasına adayabilirim?

29 Ocak 2011 Cumartesi

KARŞILAŞMA 2

   Ben küçük ilçenin ortasında ayakta durmuş beklerken ağabeyim karşıdan sakince bana doğru yürümekteydi. Arabasını köşedeki fırının önüne park etmişti, bir yirmibeş metre mesafeye. Elimdeki bir kaç bavul kımıldamaya çalıştım. Gün ilçenin soğuk günlerindendi, genelde sakin geçen kışların insanın soğuğu kemiklerininin sızısıyla hissettiği nadir günlerinden. Deniz arka planda kararmış iyice, beyaz köpüklü hırçın dalgaları kendini bunca zalimce sınırlayan otobana doğru vuruyordu. Öğle vakitleri. Yaklaştıkça yüzünde sıkıntılı bir hal olduğunu fark ettim ama aldırmadım, her zamanki halleri diye düşündüm. Sakince sarıldık. Annem nerde diye düşündüm ilk. Şaşırmıştım, annem mutlaka olurdu yanında, "hadi gelsene" dedi kayıtsız görünmeye çalışarak.  Birşey sormadım. Valizlerden küçük olanı aldı, bende diğerini arkasından yürümeye başladım. Ailenin bütün erkekleri gibi, oda biraz önde yürüyor, yanındakinin çok farkında olmuyordu. Arabaya vardığımızda bir tuhaflık fark ettim. Sesimi çıkarmadım yinede. Annemin eşarbı ön koltukta duruyordu. Bu eşarp ait olduğu baştan asla çıkmazdı ki araba gibi umuma açık bir yerde. Belki köyde yazmasını geçirmiştir diye düşündüm. Böyle saçma bir ayrıntı kimin aklına takılabilirdi ki. Kolunu alışkın olmadığım bir rahatlıkla sol kapının camına yaslayıp arabayı çalıştırdı. İlçenin arka yoluna vurdu arabayı, mezarlığın arkasından geçen, eve doğru çok dik bir yokuşu zorlayan yola. Seslenmedim yinede. Hızlıca terreddütsüz çıktı yokuşu eski reanult, nihayet apartmanın önüne gelene kadar da yorgun motorun öksürüp tıksırdığını duymadım. Bir tuhaflık var diyordum içimden. Anlayamıyordum. Arabayı park yerine kadar bıraktı Ağabeyim. Valizleri alıp yürümeye başladık. Sakin ağır adımlarla asansöre yöneldi. son onbeş yıldır hiç binmediği asansöre. Şaşkınlıkla durdum hangi yöne gideceğimi bilemeden. "gelsene" dedi sadece. Gülümseyip bindim asansöre. Sormadım hiçbirşey. Asansör dördüncü katta durduğunda da telaşsızca itti ağır kapıyı. Hatta bir ara ağır kapı tereddüt eder gibi olunca "hep böyle yapıyor bu da" diye söylendi. Sustum yinede. Kapıyı anahtarla açtı. Annem nerede diyecek gibi oldum ama adımımı atar atmaz kalakaldım. Salonun orta yerinde annemin ceviz sehpaları yerine devasa bir orta sehpa duruyordu, üstü kitaplar, kağıtlar notlarla doluydu, hatta bir iki kirli bardak da. Girişin hemen yanında duran eski kanepe ortalıktan kaybolmuştu, onun yerine ütü masası açılmış, kenarında ütü konmuş duruyordu. "Kanepeye ne oldu" diye mırıldanacak oldum ki bu arada salona doğru birkaç adım daha atmıştım kenarda duran vitrinin de olmadığını fark ettim. Bu sefer daha yüksek sesle "ağbi.. vitrin nerde?" dedim dehşetle. "Annem rahmetliden sonra attık ya onları unuttunmu?" dedi kayıtsızca, valiz elinde arka odaya yürüdü. Köşeye oturdum. Düşünmeye ne yapmam gerektiğini anlamaya çalıştım. Annem nerdeydi. Niye yoktu. Ağbimi uzun süre yalnız bırakmaması gerektiğini bilmiyormuydu? Kaç gündür yoktu acaba. Oysa daha iki gün olmamıştı telefonda konuşalı, uzun uzun ne zaman uçağa bineceğimi, sonra ilçeye gitmek için hangi otobüse kaçta bineceğimi nasılsa ağbimin beni alacağını anlatmıştım ya. Demek bu konuşmaları yaparken annem ağabeyimin yanında değildi. Yokluğunda o çok sevdiği ama artık gerçekten çok eskimiş olan vitrinin atıldığını görünce ne kadar kızacaktı kimbilir. Biz üzülmeyelim diye kavga ettiklerini anlatmamış olmalıydı, ve çekip gitmişti heralde, her esaslı kavganın ardından "zaten çekip gideceğim!" tehdidini bu sefer gerçekleştirmişti işte, biz karışmayalım diye de haber vermemiş olacaklardı. Ya ağabeyim? Nasıl bir şoktaydı ki annem rahmetli kelimeleri ağzdından dökülmüştü? Karnıma bir sancı girmişti ağır ağır, bir yandan iki büklüm oturuyor bir yandan ne yapacağıma karar vermeye çalışıyordum. Ya yıllardır klostrofobi çeken ağbim nasılda öyle günlük bir rutin gibi asansöre binmişti? Valizleri bırakıp yanıma döndüğünde beni koltukta iki büklüm görünce şaşkınca yüzüme baktı.
 "iyi değilsin sen? ne oldu? hala vitrin davası mı? atarken de çokmızmızlanmıştın zaten."
"nasıl iyi değilim? yok birşeyim. sen asıl.." dedim. ama devam edemeden sustum.
"Yoksa.. sen.. ilaçlarını bıraktınmı?" dedi soğuk bir tonla.
"hangi ilaçlarımı?"
"her zaman kullandıklarını semiha. hatırlamıyorsun değilmi? hiçbir kısmını hatırlamıyorsun." Daha birşey söylemedi. Kırık bir ses tonuyla karşıma oturdu sadece. İkimizde şimdi aynı kaygıyla birbirimize bakıyorduk. İkimizde bu eski evde ne yapacağımızı bilemez haldeydik. Kendimi evden dışarı atıp hüngür hüngür ağlamak istiyordum daha çok. Bu aşamaya geleceğini biliyordum. Birgün böyle olacağını. Ne kadar yanlış bir zamanda gitmişti annem. Zamanlaması hep kötüydü zaten.
"Yoldan geldin, karnın açmı?" dedi. Hayır anlamında başımı salladım. Hala sakince davranıyordu, ama azönceki konuşmadan sonra yüzüne bir kaygı bulutu gelip oturmuştu, ne yapsa elini ayağını nereye koysa, yüzünde hangi ifade olsa bulanıklaşıyordu.
"Yorgunsundur, sen uzan dinlen istersen. Benim biraz işim var, az aşağıya inip bir hastaya bakmamız lazım arkadaşla beraber. Sonra döneriz. Dinlen sen.. " deyip hızlıca çıkıverdi. Evden çıkmak, yardım istemek gerekliydi. Ama kimden? Annem neredeydi? Çok kızmış olmalıydı bu sefer. Kesin uzak biryerlere gitmişti. Kesin çok zaman geçmişti de benim hiç haberim olmamıştı. Gerçekten çok yorgundum. İçim sızlayarak uzandım kanepeye.
Neden sonra artık havanın alacakaranlık olduğu bir anda gözlerimi açmaya çalışırken birkaç yabancı yüzün üzerime doğru eğilmiş bana bakmakta olduklarını gördüm. Ağbimin hemşiresi de yanıma gelmiş kolumu sıyırıyordu, elindeki enjektörü hızlıca damarıma sapladı, çok yavaş ağır gelen bir sakinlik hissettim sadece, çığlık atacak kadar korkmuşken. Kimbilir neler söylemişti onlara. Kimbilir.. benim için...ben.. b...

KARŞILAŞMA 1

Yanlış zaman ve içerikte karşılaşmalar. Müzik bir duygu aktarımı olduğuna göre, gerekli müzikleri dinleyerek ruh halimizi, duygularımızı etkileyebiliriz. Bilinçli olarak kendimizi, iyi, kötü, hüzünlü yada sevinçli hissedebiliriz. Bir karşılaşma öncesinde yeterli müzik dinleyerek insan bakış açısını değiştirebilir belki de. Yeteri kadar müzik dinlersem pastadan payıma düşen küçük dilimi keyifle yiyebilirmiyim? Kremasının aslında yana doğru hafif kaykılmış olduğunu değil de küçük çikolata toplarının çokluğunu mu görürüm?

26 Ocak 2011 Çarşamba

İşte yeniden ders çalışıyorum. Uzun zaman olmuştu, lisansüstünün karman çorman koşturmaca günlerini saymazsak, ders çalışmanın dışında bir okuma, anlatma, slayt hazırlama gibiydi, birde vaktinde işe okula ve eve yetişme kaygı-çabalarıyla doluydu daha çok, beş yıldır ilk kez. Notlarım, cici renkli kalemlerim, etrafa yaydığım kağıtlarım. Altlarını çizip önemsediğim cümleler, tekrar tekrar yazdığım. Seviyorum ders çalışmayı. Kendimi iyi ve yenilenebilir hissettiriyor bana. Saçma olduğunun farkındayım bunun. Kahve ile tükettiğim saatler, hatta belki beş yıl önceki gibi bir kaç özel vitamin hapına da başlarım, çantamın bir yerlerinde hep özetlerimi de taşıyabilirim yeniden, hele de bu hummalı çalışmaya eşlik edebilecek benim kadar zeki olmasada en azından hırslı bir kaç arkadaş da bulabilirsem, keyifli bile olabilir. Rahmetli kuzenim, üniveriste günlerimde mutfak masasında kurduğum ders notu, radyo, içecek, sigara düzeneğinde finallere hazırlanmama şahit olduğunda, içerde onca misafir patırtı gürültü varken böyle kendimi umursamazcasına verebilişime hayret etmişti " ne kadar keyifle ders çalışıyorsun" demişti. Uzun üniversite yıllarından sonra işe girme sınavları, işe girdikten sonra yeterlilik, uzun anlamsız süreçler. Yeniden ders çalışılabilir mi? Yaşlanmadım mı artık? İkinci evlilik gibi birşey. İçten içe olmasın istediğiniz. Olsa da iyi olur belki ama? Belki-ama-fakat-lakin-yinede. Ders çalışmayı seviyorum.

18 Ocak 2011 Salı

julian bream'in kadın olduğunu sanıyordum. Klasik gitar heveslerimin ilk dönemleri. Cumartesi sabahları görece erken kalkıp trt'den 'gitar sevenler için' programını dinleyip dinleyip kayıt yapmaya çalışırdım. Rec tuşları ömrümüzün. Eve ilk kasetçalar girdiğinde daha küçüktük ve nedense o zamanlar benim için anlamı müzik dinlemek yerine kayıt yapmaktı. Seslerimizi kasede almak. Bebekliğimin sesleri, ağabeyimin garip hecelerle beni güldürdüğü kayıt. Annem bu anı, bebek beni güldürülebilen kimse olmadığını ama birtek ağabeyimin sesine tepki verdiğim şeklinde anlatırdı. Bir garip rekabet duygusumu? Kuzenin bekar evinde gördüğü gitarla başlamış ağabeyimin merakı. Sonra kuzen, yeteri kadar yaşlandığında yani sadece bir yıl sonra, gitarını ağabeyime vermişti. Ucubik renklerle dolu bir pop gitar. Telleri keskin. Biraz oyalandı ağabeyim. Üniversiteye girip üç ayda bir burs almaya başladığımda bursun tasarrufu sadece bana verildiğinden bir klasik gitar aldım. Gitar almakla olmuyordu sadece, pek kalın bir metod buldum sağdan soldan, fotokopi yapıp güzelce bir dosyaya yerleştirdim. Gitar metodunu veren, "nasılsa bunları çalamazsın" demişti. İçim kırıklıklarla dolu ama yılmadan almıştım. Bir süre ders almayı başardım, ancak o dönemin yoklukları içinde düzgün bir yerden ders almak zordu, bu yüzden basit bir kültür merkezinin ticari kaygılar dışında hiç bir derdi olmayan tuhaf bir hocası ile başladım. Sürümden kazanma mantığı. Müziğin, popülerliğin kazanca dönüştürülebilmesi. Hoca bizi o kadar ilgisiz görüyordu ki, hiç birimizi umursamıyor, içimizden güzelce olan bir kıza şarkı söyletiyordu. Hayal kırıklığı. Çok sonraları kendime daha "ciddi" hatta hayli ciddi bir hoca bulduğumda, gerçi bana "çirkin ördeğim" gibi sıfatlarla hitap etsede bu tamamen masala bir gönderme idi ve ciddiyetiyle ilgili değildi, bana iyi bir müzik kulağım olduğundan ancak 20 yaşında artık kemik gelişimim tamamlandığı için o fotokopisini yaptığım devasa metodda bulunan bir çok parçayı çalmam için çok uğraşmam gerektiğini acı bir dost söylemi olarak net ve keskince anlatmıştı. O da john williams'ın öğrencisi olamamıştı zaten, hayal kırıklığı dediğin nedir ki? Şimdi küçük kızım 3/4lük gitarını eline alıp olanca kuvvetiyle tellere bastığında kendi kendime benden iyi olduğunu itiraf ederken içimde az olsa bir rahatsızlık duygusumu oluyor yoksa sessiz bir gurur mu? Hayal kırıklığı dediğin nedir ki, Julien Bream'in kadın olmadığı gerçeğini bunca yıl sonra öğrenecek kadar umursamadığın bir alan için.

11 Ocak 2011 Salı

Huzursuz ve sıkıntılı bir tanpınar gecesinde daha siz beynimin yanlız nöronları başbaşayız işte. Karşınızda ki ekranda osmanlıca sözlük açılmış, msn listenizde kadim dostunuz gık derseniz bir yığın küfürü 3 saniyede sıralayarak sizi bütün edebi hayallerinizden mahrum bırakabilir. Ama hayal kurmak iyidir. Sakin bir istanbul gecesinde daha, yazı masanızda hafif geriye kaykılmış sinir içinde biryerlerde okuduğunuz o tek bir paragrafın altüst edişi ile başetmeye çalışıyorsunuz bir yandan. Terminalde satılan parfüm. Trabzon geceleri. Yılın ilk günleri. Hava sıcaklığı 2 derece. Pencereniz açık, yoldan uyumayan şehrin gereksiz araba gürültüleri doluyor odanıza. Eskiden aşağıda ki otopark bekçisinin kulübesinden taa odanıza dolan arabesk şarkılarına benzeyen ama çok daha hafif, zar zor duyulan bir şarkı. Hayalet şarkı. İçtiğiniz otuzdördüncü sigaranızın dumanı usulca savruluyor, bu odada içmeyeceğinize karar vermiştiniz oysa ki, gereksiz bütün kararlarınız gibi hiç uygulanmamaya mahkum. Elmasuyunuz ise çoktan bitmiş. Masanızda dizili duran bardakları kaldırıp mutfağa bırakmaya, tamamen dolu durumdaki kül tablasını boşaltmaya haliniz yok. Günün yorgunluğu değil bu. Gecenin sıkıntısı sadece. Size ait olan tek zaman dilimine ihanetiniz. Başka birşey değil.

7 Ocak 2011 Cuma

Onu bazı sabahlar kocaman köpeği ile birlikte, sırtında devasa çuvalı, elinde uzun demir ucu eğik çubuğu, çöpün yanında görürdüm. Başını çöp konteynırına eğer çubuğuyla uzun uzun karıştırır, işe yarar birşeyler varsa çuvalına atardı. Hep uzun kahverengi etekleri, oksijenle sarartılmış yapış yapış omuzlarından dökülen saçları, kirden koyulaşmış teniyle bir çizgiroman kahramanı kıvamında yürürdü. Büyük sokak köpeği, sakince ve kendiliğinden yanı sıra yürür, bazen durup etrafına bakınır, hele bir çöp konteynırına eğilmişse daha bir dikkat kesilirdi. Tüm kirine, çamuruna rağmen hayatımda gördüğüm en güzel kadınlardan biriydi. Bir akşam yorgunca işten dönmekteyken, yokuşu ağır ağır adımlıyordum ki, apartmanın kapısında köpeği yalnız ve uysal beklerken buldum. Yüzüme eski bir tanıdıkmışım gibi hüzünle baktı, sonra kahverengi gözlerini ayaklarıma doğru eğdi. İçim burkulmuş izledim köpeği, her daim çok korkmama rağmen, o kadar mutsuzdu ki, eğilip başını okşadım. sessizce ayaklarıma uzattı başını, biraz kokladı sonra gerisin geri oturdu. O zaman devasa çuvalın çöp kutusunun yanında olduğunu fark ettim, akşamın karanlığında kenarına iliştirilmiş demir çubukla beraber duruyordu. Neden sonra kadın belirdi, üzerinde kışın zemheri soğuğuna rağmen bir hırka ve uzun eteği ile sakince yürüdü, karşı apartman kapısından çıkmıştı, çuvalına doğru ilerledi, köpeği yavaş sakin adımlarla yanına doğru ama çok da yaklaşmadan ilerledi. Bir an gözlerini kaldırdı ve yüzüme baktı. Aslında kapısını açıp içeriye girebileceğim bir evim olmasının yada yiyeceğimi sağlamak için çöpleri karıştırmamanın sadece bir tesadüften ibaret olması yalın gerçeği ile burun buruna gelmiş, sıkıntıyla eğdim yüzümü.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Ana haber bültenine çıkmış iki üniversiteli çocuk, daha 14üne gelmeden etrafa göz süzmeye kalkan taze misali takım elbiselerini giymiş, tuhaf bir ciddiyetle sunucunun sözü kendilerine bırakmasını bekliyorlar. Bu takım elbiseli kravatlı halleriyle belli ki sokaklarda üstlerine tazyikli su fışkırtılan yaşıtlarından ne kadar farklı ve cici olduklarını gösterme çabasındalar. Oysaki ömürlerinin takım elbise giymeyebilecekleri en güzel çağlarındalar, ve kalan büyük kısmını ise o kıyafete mahkum geçirecekler, onları izleyen bizler için, bu gerçeği bu kadar net gördüğümüz halde gerçekten ne kadar aklı başında çocuklar duygusu yaratabilir mi bu halleri? Kimbilir. Nihayet sunucu onlara söz verdiğinde bir tanesi gösteri yapanların ne kadar siyasi olduklarından dem vuruyor üstü kapalı, "peki ya sizin talebiniz ne olacak" sorusuna ise mecliste temsil yetkisi diye cevap veriyor heyecanla. 18-25 yaş arasının mecliste temsil edilmediği böyle bir temsilin ne kadar yararlı olabileceğini anlatıyor. Gözlerimi kapatıp gülümsüyorum. Bu cici öğrencinin hiç siyasi olmayan talebinede bakın hele. Harçların zamlanmasını protesto edenler siyasi. Mecliste temsil yetkisi isteyen siyasi değil. Sevgili dostum arsan. Benimde kavramlarla aram çok iyi değil biliyorum, ama bu ironi değildir de nedir?