29 Haziran 2010 Salı

“bizim mesai kaçta başlayıp bitiyor?”
Sorum öylesine ani ve içtendi ki diğerleri bir an şaşkınlıkla başlarını kaldırıp bana baktılar. Aslında tam olarak kendileri de bilmiyordu, işte sabah erkenden gelinir ve servislerin kalktığı saat çıkılır, şaşkınlıkları bu sorunun doğallığındaydı. Evet mesai saatleri sık sık değişiyordu, yaz saati uygulaması, fazla mesai uygulaması, yarım fazla mesai uygulaması, karışıp duruyordu ama daha önemlisi aslında evet bu veriden yoksundu üçüde. Yinede kıdemli olan başını iki yana sallayıp gülümsedi soruma.
“Semiha hanım.. ooh, mesai kaçta bitiyor… yani başlangıcı da önemli değil aslında Semiha için, kaçta bittiği daha çok.”
Herkes gülümsüyordu, daha genç olan oda sakini kırmızı yüzünde alaycı bir ifade ile konuşmaya katıldı.

“Geçen bir arkadaşımla karşılaştım taksimde. Bana dedi ki, bugün işe gittinmi. Durdum düşündüm, hangi işte bir çalışma arkadaşın sana bunu sorabilir? “

“Evet birgün bende başkan’ı biryerlerde gezerken görmüştüm, ve dehşetle günlerden Pazar olduğunu unuttuğum için saklanma ihtiyacı hissetmiştim, nihayet uyandım ki tatil günündeyim, gidip zorla yeni karşılaşmış gibi yaparak selam verdim.”

“Ama işin doğası bu değil mi” dedi üçüncü. “Aslında sadece mesai dahilinde çalışmıyoruz ki saatler bu kadar belirli olsun. Ya gece yatarken bile bazen karşılaştığım şeyler aklıma geliyor, ha o öyle bu böyle bir bakmışım ki olayı kafamda çözmüşüm.”

İşe girdiğimiz ilk yıllarda birkaç kıdemli meslektaş şöyle demişti, bu iş odandan çıktığında geride bırakabileceğin bir iş değildir. Bankacıysan şubeden çıktığın an herşey masanın üstünde kalmıştır, kapıdan çıkarsın ve geride kalır. Oysa burda problem beynine çapasını atar, ince ince işlemeye devam eder zihninde. Sen fark etmesende akşam yemeğini yerken eline aldığın ekmek sana birşeyler anımsatır ve kendini problemi düşünürken bazende çözmüşken bulursun.

Daha önemlisi de yaptığın kurgulardır. Aynı olayla ilgili birkaç kurgu gelişir. Sonra kurgular o kadar yayılır ki iş dışındaki yaşamda da birkaç farklı kurgu üretmeye başlarsın. En tehlikelisi aslında budur. Bu yüzden paranoya meslek hastalığıdır. Kurgular işe dairse duygusal etkilerden uzaktır, ama günlük yaşamdaki kurgular objektifliğini yitirir, gerçek salınmaya başlar.

(o adamın ağbime nasıl baktığını gördüm. Yoldan geçiyordum, çaybahçesinde oturuyorlardı, ağbim çantasında birşeyler karıştırıyordu, muhakkak adam ondan birşeyler talep ediyordu, yakın bir dostu gibi görünmekteysede işte bu bakışı herşeyini eleveriyordu, kıskançlıkla ve kinle bakıyordu.)

Kurgu, hep yanımda kal ama seni üretenenin ben olduğumu bileyim hep.

18 Haziran 2010 Cuma

Gece köyde ışıksız, elektriksiz ve sessiz. Herkes herşey uyuyor gibi. Daha derinlerde başka türden varlıkların ıslığı dolanıyor. Akşamüstü yağmurundan arta kalan bulutlar tüm yıldızları örtüyor. Oysa, bu haliye şehirli yaşamımın bana sunduğu kirli aydınlıktan kurtulurum sanmıştım. İlerdeki büyük ağaçlıklı tepenin hemen ardı sıra dizili üç hane zifiri karanlıkta, birinin önünde zayıf bir ışık belli belirsiz yanıp sönüyor. Sigaramın kızıl ucundan beliren silüetim görünüyormudur. O kadar ilerden bile. Herkes neden bu kadar erken uyur ki. Gündüzler bizim, gece onların. Ve insan bedeni en çok melatonini 23 ile 24 salgılar. Öylemi cidden yoksa beynimde uçuşup duran bir gerçek dışı veri daha mı. Ne fark eder. Şimdi buradayım ve ciddi bir karanlıktayım. Ey beynim, durma salgıla melatonini. Ama işte uykuda değilim neylersin ki. Ayakta durmuş sigara içiyorum, hemde köy evinin ahşap kapsınını aralığında. Korkuyorum hem, alışkın olmadığım karanlık duygusundan. (Karanlık bir duygu değildir! peki uzak? uzak bir duygumudur?) Eğer yeteri kadar ortama uyum sağlarsam bu yığının içinde tamamen gözden yitebilirim. Bu evin tuğlalarını dedem pişirirken annem çocukmuş. Şimdi benim kızımın olduğu yaşlarda. Ve bütün bir kış dönemi hep uzaklarda olan babasının yazın ilk günlerinde gelişinin keyfini çıkarmaktaymış. Oyun gibiymiş ona göre herşey. Tuğlalardan evin çatısına en yakın olan giriş kapısının üstünde bir tanesine kendi adını diğerine ablasınınkini yazmış. Yazmayı yeni yeni öğrendiği dönemler. Annemin çocukluğunun büyük bir kısmında köyde elektrik yokmuş. Gaz lambalarının isini nasıl her akşam temizlemekle görevli olduğunu anlatışı. Şimdi aynı evde ben, kapının yanında birazdan içeriye girip dizüstü bilgisayarımı açıp birşeyler yazacağım. Tüm hayatım boyunca annem kadar radikal bir değişime şahit olup olamayacğımı düşünerek.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Sayısız ataklarının arafesinde hep aynı olurdu, gözleri kısılır, esmer yüzüne bir kızıllık gelir, kaşları iyice çatılır. O sırada bir eli daima boynunu tutuyor olur sanki nefes alamayacakmış gibi birazdan, ya da boynunu gittikçe daha şiddetle saran görünmez bir elin bileğini kavrıyormuş gibi. Ama bu görünmez bileği boynundan uzaklaştırmak için mi yoksa işini daha da çabuklaştırmak için mi sarar belli değildir. Bir süre sonra pek yavaş bir sesle boğulmaya başladığını söylerdi, bunu söyleyebiliyor olmasının aslında tam olarak zıddını ispatlıyor oluşunun farkında olacak kadar mantıklı olmasına rağmen. Tam bu sırada var olan halinin ne kadar zor olduğunu takdir de edecek biçimde bir iki sözcük mırıldanıp hemen devamında ilgisini başka yöne çekecek değişik bir konu bulunabilirse konuşmaya önce bu yılgın haliyle katılıp, konu canlandıkça sesi de eski halini alırdı. Ama olur da gereğinden daha çabuk bu konu atlamaya geçilirse atak öfke krizi ile gelişir, duymakta zorlanılacak ses, avaz avaz gür bir halde haykırır, karşısındakine kaçacak delik aratacak denli yıldırıcılaşır.
İlk zamanlar trakea da tümör olduğunu sanıyordu, sanırım basit bir faranjitti topu topu yaşadığı, bu birkaç yılı idare etti. Daha sonra hidatik kist kaygısı sardı, muhtemelen evinde hidatik kist olmuş bir evcil hayvan la yaşayan arkadaşından getirdiği ders notları evin hertarafında kitaplara, deftelere, masaya değdiği için kendine değilen sakınımlı alanlar ve değilmemiş henüz sakınmanın gereksiz olduğu alanlar yarattı. Eğer evde tek başına yaşasa idi bu beklide bu kadar sıkıntılı bir süreç olmayacaktı ama iki yetişkin daha vardı. Biz alanları bilmiyor, defalarca dinlemiş olsakda hafızamızda yer etmiyordu. Sonunda değilen kitaplar tamamen kaldırılarak dört beş yıla yaklaşan bir süre zarfında kaygısı hafifledi. Bundan sonra kısa bir özefagus kanseri dönemi vardı, ama çok sürmedi, çok zorlanılarak çektirilen bir endeskopi sonucunda gastrit tedavisi görmesi gerekliliği söylendi, ama ardından geçen birkaç ay teşhisi bile konulamadan çok hızlı ilerleyecek ve her daim söylenegeldiği üzere “aslında doktora da gitmişti ama işte o zaman anlayamadılar”denilmesini beklerken kullanması gereken ilaçları almadı. Bu arada bel fıtığı oluşmuştu, uzunca bir süre etkilerini daha ağırlaşarak hissedederk devam etti. Bu zaman zarfında, profesyonel destekler almak yerine dinlenmeyi ve bu şekilde yormadan kendisini tedavi edebileceğini düşündü. İlaç kullanmak ve fizik tedavi hareketleri yapmak yerine hiçbir şey yapmayarak ve günlük rutinlerini de bu terk edişle bırakarak kendini sağaltmaya çalıştı. Tabii ki zorlu da olsa buda bir süreçti ve çevresinin onu bu haliyle genel kabul görmesinin ardından hafifledi. Bu arada sporu keşfetti, bedensel hareketlerin kendine verdiği rahatlama ve zindelik hissine bedeninin artık ilerleyen yaşıyla iyice hantallaşan görüntüsünden sıyrılıp ilk gençlik dönemlerinde istediği kaslara sahip olabilme potansiyelini fark ettiğinde hayatında yeni bir dönem başlamış oldu. Ama spor bir tür kendine meydan okuma haline dönüştüğünde geçmiş kırk yılın naif yüküne alışkın kemikler, kaslar, sinirler duruma isyan edince boyun fıtığı oluştu. Bu artık geçmiş günlerine dönüş, ve kendinden beklenen rutinlerden kaçış anlamına geliyordu, bir sürü boyunluğu, ve yapmaması gereken eylemi vardı artık, yeniden eski "yapamaz ki" halinin çevresince de onaylanmasının ardından ufak ufak midesinden de şikayetlenmeye koyuldu, artık tüm hayatını boynunu tedavi ettirmek yerine hiç hareket etmemesini sağlamaya çalışmak ve bunu çok basit işleri bile yapmayışının müsebibi ilan ederek geçirebilirdi.

15 Haziran 2010 Salı

şiir üzerine

doc holliday :
şiir üzerine teori çalışması yaparken
ister istemez şiirde "fikir" diye bir arayışa girmiş edebiyat tarihi
ve poetika diye bir şey öngörülmüş
şiir poetikasında
3 şeyden bahsedilir
kalem gücü
okuma
ve en önemlisi
duyuş
o duyuşun sahiciliğine itibar edebilmeliyiz
nedir bu
şudur
açalım
bir genç kızın tazeliğine yazılan bir mısra özünde aşk barındırır
ve aşk cinsellikten asla ayırt edilemez
aşk..özünde.. onunla sevişme..öyleki kutsanacak bir sevişme "dib"i barındırır
çükü kalkmayan bir adamın aşk mısraı yazması sahtedir
duyuştan yoksundur
bu irrite gelebilir
ama schillerin .. şair yok şarlatan çok demesinin altında bu vardı
malsef bunlar türkçede yok
raf dibi kitapların dipnotlarında okuyoz ancak
intelejensiya (aydın akıl) şunu bekler
şiir bizim duyuşumuzun sesiolmalıdır
inceliğimizin
toplumlar şiirle incelir
şiir yazılmadan
ne mimari
ne evlerin küntlüğü
ne şehirlerin berbatlıgı
ne mahkemelerin adaleti düzelmeyecektir
medeniyetin muştucu kuşudur şair
bu ülkede iğrenç kibrit kutusu evlerde oturuyorsak bunun müsebbipleri son 80 yılın mankafa şairleridir derim.
söver sayarım işte

14 Haziran 2010 Pazartesi

Deniz ve Rüzgar

Hayır, aslında kastettiğim şarkının sözü değil. "istanbul akşam yedibuçukta 37 derecedeydi" diyor ses. Neyseki oralarda değilim. Bıkkın bir halde kırmızı kanepemde soluksuz uzanıyor olurdum herhalde, oksijen oranı hava sıcaklığıyla beraber düşerdi, televizyonda hiç eğlenceli olmayan diziler, filmler yada yarışma programları olurdu, oysa burda hafif bir esinti var. Karadenizim. En güzel denizim benim. Kuzeyin serin rüzgarları ile dolduruyor neyseki ilçeyi. Gece ilçe kendi sessizliğinde, sadece karadeniz otoban olmayan devasa yolundan ara ara geçen tırların boğuk gürültüsü. (Karadeniz kıyısını katledenlerden intikamını er yada geç alacak). Sınırın ötesi ile berisi arasında gidip gelme. Ben balkon serinliğinde yazarken, sessiz komşuların garipseme halleri. Neyseki ben her nesil garipsenen bir soyun torunuyum, aldırışsızlık genlerime işlemiş. Çok eski zamanlarda, üniversitede öğrencilik günlerimden kalma minik bir anı, yan komşu balkondan sarkıyor elektriklerin ani kesilmesi insanları balkonlara çekiyor, gecenin bir vakti "okuyormusunuz?" diye sesleniyor, ben gayri ihtiyari suçüstü duygusu ile "yazıyorum" diye mırıldanıyorum. Sessizlik. Ne denilebilir ki. Annem olsa "külliyen yalan" derdi. Ve dedem olsa şöyle derdi "ben sizin aynada gördüğünüzü tuğla da görürüm" ve ben bunun mevlananın mesnevisinde geçen bir cümle olduğunu daha henüz bilmediğimden hayranlıkla dinlerdim.

13 Haziran 2010 Pazar

Otobüs bilmediğim topraklardan geçerken evlerin verandasına bakıyorum. Bu evler sadece birkaç kilometre ilerdeki evlerden çok farklı. Veranda bize ait bir kültür değil. Demek ki verandadan oturup güneşin batışını izlemek de öyle. Geniş evlerin çoğu iki katlı, giriş kapılarının da olduğu verandalarının üstünde de geniş balkonları var, ve her verandanın önünde sıcak öğle saatlerinde yayılmış yüz kilonun çok üstünde devasa kadınlar var. Öylece oturuyorlar ve gelip geçenlere bakıyorlar, bir tablonun çirkin ayrıntısı gibi. Kadınlara baktıkça sıcağın yolculuk bulantısının yada uykusuzluğun getirdiği salak halimin etkisi katlanarak artıyor, ilerledikçe bu iki katlı evlerle sanki 1970lerden zamanda yolculuk edip de gelivermiş yol kenarına öylece konuvermiş benzin istasyonları gözüme daha çok batıyor. Çoruh deltası verimli topraklarını bu insanlara bırakmış, onlar şişmanlarken sınırın öte ucundakiler dağların, dik yamaçların ve tuzlu denizin çoraklaştırdığı toprakların zayıf, aceleci insanlarını daha da hırçınlaştırmış. Biraz ilerde iki yüksek katlı apartman çarpıyor gözüme. Bu iki katlı "veranda"lı evlerin mimarisine zıt, apartman daireleri, içler acısı dış cepheleri ile, balkonsuz, minik pencereli, sosyal konutlar, aynı sınıftan olmayan insanların sefalet dolu yaşamlarının abidesi gibi. Buraya itilmiş, kapatılmış, hapsedilmişler sanki. Gitmek, sessizce sınırı geçmek, aynı denize komşu iki ülkenin ayrı insanı olarak, veranda da oturan obez kadınları kötü rüyaların sevimsiz misafirleri olmak üzere bilinçaltıma iterek, unutmak, hatırlamamak.

2 Haziran 2010 Çarşamba

Cacoethes scribendi

Adam terli uzun burnunu ona uzattığım kağıtlara eğmiş, suratında ekşi bir ifade ile bakmaktaydı. Sanki ağır kalınca bir bavulu bir yerden bir yere taşırken önüne merdiven çıkmıştı. Haziranın erken bastıran bunaltıcı sıcağında sırtım oturduğum küçük deri koltuğa yapışıyor, terim gömleğimi eritip döşemeye işliyordu. Adam çok sigara ve alkolle kalınlaşmış sesiyle "evet" dedi sadece. durdu. Başını kaldırıp yüzüme baktı ilk defa. "e-postalarınızı da okumuştum aslında. Ama Akif sizden bahsedince tanışalım diye düşündüm. Tabii ki benden birşeyler söylememi bekliyorsunuz. Hiçbirşey söylemeyeceğim size. Yazmaya devam edin dememi bekliyorsunuz, farkındayım. Onu bile söylemeyeceğim." Yutkundum. elim istemdışı önümdeki sigara paketine gitti. Bu bir konuşma bitişi değilmiş gibi. Açılış olduğu duygusu ve yanlış bir öngörüyle. Bir sigara çıkarıp yaktım. Elimin titremediğine emindim, hayal kırıklığı bir güven duygusu yaratır. Adam konuştukça heyecanım geçmiş, rahatlamıştım. Zaten heyecan dediğin nedir ki, başarı yada başarısızlıkla kolaylıkla yatışır. Nedense adamın sözleri başarısızlık gibi gelmiyordu, rahatlık, sıcağın uyuşukluğuyla teselli ediyordu beni.

"hayır, hayır, hiç de karamsar bir haliniz yok; olmasını beklediğim gibi. Biliyorum ki ne dersem diyeyim bu sizi etkilemeyecek. Hatta şu an burda sizi öven bir sürü söz söyleseydim gereksiz bir huzursuzluk duyacaktınız oysa ki. Okuyunca huzura ihtiyacınız olduğu çok belli. Bu anneniz değilmi, öykünün kahramanı?"

"evet" diye mırıldandım.

" Size söylenebilecek tek şey var. Hayatınızda hiç olmayan insanları yazın öncelikle. Hiç yaşamadığınız şeyleri. Bakın şahit olmadığınız demiyorum. Sizin başınıza gelmeyenlerden başlayın."

Geri adım atmıştı işte.Dayanamamış tavsiye vermişti. Yüzüme tutamadığım bir gülümseme yayıldı. Ama adam anlamıştı nedenini. Kalın kaşlarını hafif çatarak kağıtlara döndü. Söndürmeden önce sigaramdan derin bir nefes daha çektim, önümdeki soğuk limonatadan bir küçük yudum daha.

"Teşekkür ederim, vakit ayırdığınız için."

Gereksiz nezaket duyguları ile ayağa kalktım. Adamın dur daha bitirmedim, yada az daha oturun içerikli birşeyler söyleyeceği yanılgısı ile. Yada evet yayınlanabilir, hayır bu yayınlanmayacak da olabilirdi. Tepkisizdi adam. Geniş kahverengi masasının başında kağıtlarına iyice eğilmiş, kenarda duran siyah dizüstü bilgisayarına arada kısa bakışlar atarak varlığımı unutmuş gibiydi. Birkaç saniye daha son sözcükler için beklerken oralı olmadan konuşmasını sürdürdü.

" Size gel yada gelme demeyecek olmama rağmen nasılsa tekrar geleceksiniz. Bir daha ki gelişinizde üç öykü istiyorum sizden. Bir tane değil. En az üç.”

Gülümseyişim daha bir yayılarak çıktım odadan.