25 Aralık 2010 Cumartesi

"Sahi odun ateşini neden karıştırdıklarını bilmiyormusun" dedi arkadaşım. "Hayır" dedim. "Odun ateşi çok küllüdür, karıştırıp küllerin aşağıdaki minik delikten düşmesini sağlamazsan alev çabuk söner. " Yinede bilmiyordum işte. "Benide yazsana bloğunda bir gün" dedi. Peki dedim yazarım. Seni uşağın katil olduğu hikayede cinayete tam tanıklık edebilecekken sadece üç dakika önce evin önünden gelip geçen ilgisiz, şişman, yaşlı komşu olarak yazacağım hikayemde. Çok kızdı. Ben kötü adam olmak istiyorum dedi. Hem katilde uşak olmasın, başka önemli biri olsun. Bütün uşaklar önemlidir dedim. Hizmet sektörü. Mesela benim bir uşağım olmadığı için hayatta ne kadar zorluk çekiyorum. Ve üstüne üstlük gerektiğinde de katil rolü üstlenebilecek bir joker gibidir uşak. Bütün klasik hikayeler iyidir ve yeniden yazılabilir. Yeniden aynı hikayeyi yazmak. Cuma yada pasifik arafını okudunmu diye sordum. "hayır"dedi. O zaman dedim, yaşlı komşuyu klasik sanat müziği dinleyen ve hiç kitap okumayan biri olarak tarif edeyim bari dedim. Kızdı yine.

21 Aralık 2010 Salı

Dedemin evi köyün en güzel evi değildi. Ama kuşkusuz en karanlık olanıydı. Camlarının küçüklüğünden değil, ahşabın koyu renginden değil, kasvettendi sadece. Yinede çok severdik bu evi, çünkü evin her odasının ayrı bir şekli, kişiliği vardı. En çok anlamadığım lazca adlarını severdim odaların. Köy evinin kapısı genişçe bir salona açılırdı, bu salonun girişinde hemen sol tarafında büyükçe bir yemek masası dururdu. Kalabalık ev halkının çocuklar ve torunlarla bir araya geldiklerinde rahatça oturabilecekleri kadar. Sağda pencerenin hemen kenarında hep dedemin oturduğu, başka kimsenin ucuna bile ilişemeyeceği, o olmasa da oturamayacağı divan. Tam cam kenarında dururdu. Bu divanın karşısında da bir ikinci divan vardı, diğerinden daha uzun ve geniş olan ve kalan ev sakinlerinin oturduğu. İki divanın ortasında annemin içinde hep ekmek pişirdiği kuzine soba dururdu. Bu sobanın ince demir bir çubuğu vardı, babaannem bu çubukla içindeki ateşi karıştırırdı, neden yaptığını hiç bilemezdim. ama kuzine sobanın minik ön bölmesi açılınca pişmekte olan ekmeğin nefis kokusu dolardı odaya, yada ateşin hemen üzerindeki birbirine geçmiş üç halkanın en küçüğü demir çubukla kaldırılıp kenara konur, tam üstüne çay demlenirdi eski alüminyum çaydanlıkla. Evin iki değişmez kokusu çay kokusuyla ekmek kokusuydu. Bu geniş salona açılan üç kapıdan en sağdaki babannemin odasıydı. Eve sonradan yapılmış eklentilerden en yenisiydi ve bu yüzden de adı bile yoktu. Sadece babannemin odasıydı orası. Aslında genişçe bir oda olmasına rağmen bir zamanlar babaannemin gelin olduğu dönemlerde yapılmış ve diğerlerine bahşedilen isim bu odadan esirgenmişti. O yüzden de daha aydınlık ve genişçe olsada evin en az makbül odasıydı. Diğer kapı bir tür kiler yada depo olan bir hayli geniş bir hole açılırdı, holün ucunda iki kapı vardı, biri "mabeyn oda" diğeri içinde eski usül alaturka tuvaletinde olduğu bir banyo. Bu Mabeyn odanın iki kapısı vardı. Diğer kapı "harati" ye açılırdı. "harati" salonun üçüncü kapısının açıldığı küçük bir salondu, sağ tarafında mabeyn oda, sol tarafında iki küçük oda. Bunlardan ilki, "köşk", dedemin babasının odasıydı. Onun sağlığını izleyen zamanlarda dedem orda yatmaya başlamıştı. Zemini diğer odalardan daha yüksek olduğundan eşiği bir iki basamak yükseklikteydi. Küçük bir odaydı, ama genişçe bir yatak ve dedem evde olmadığı zamanlarda keşfedilecek hazineler saklayan kocaman bir dolap rahatça sığmıştı. Diğer oda, jilendon oda köşk'ün ikiziydi, bu oda sağlığında büyükanneye yani dedemin annesine aitti. Diğeriyle neredeyse aynı olsada büyükçe bir yatak ve geniş bir dolap nedense içinde teber yada kılıç olmadığındanmıdır, yoksa bütün kitaplar sağlığından sonra köşkteki dolaplara yerleştiğindenmidir, jilendon oda evin popüler odası değildir. Aslında en keyiflisi Haratidir, camın kenarında boydan boya bir sedir vardır ve oda da bu sedir dışında hiç bir eşya yoktur. Mabeyn oda da ise harika saklambaç oynanır, bir kapısından girilip, diğerinden çıkılır. En korkutucusu bu televizyonsuz, az ışıklı eve misafir geldiğinde haratide yada jilendon oda da yatma ihtimaliydi. Haratide yatmış olmak ciddi bir cesaret belirtiydi. "ben yattım haratide tek başıma" önemli bir cümleydi.

5 Aralık 2010 Pazar

Bu pazar nihayet kış gelmiş gibi. Eve iş getirdiğim çok nadir pazarlardan, salondaki kırmızı kanepemde kağıtlar, raporlar, pc açık, bir sürü word dosyası üstüste açılmış halde, bu yeni halime uyum sağlamaya çalışıyorum. Neyseki kış geldi, Bir an sonbaharda ilkbahara hızlı bir geçiş yapacak diye korkmadım değil. İnsan iliklerine kadar donduğunu hissetmeden yeni bir yıla girerse, yıl murdar olmazmı? Caiz değil, böylesi bir yıl başlangıcı. Onun yerine şöyle güzelce bir üşüyüp kalın paltolarla, atkılar ve şapkalarla titreyerek yürümeli sokakta. Üşümek insana yaşadığını hissettirir, varolduğunu, hala hissedebildiğini. Her zamanki manzara pencerenin ötesinde, az ağaç, çok katlı bir sürü bina. Bir kaç kelime yazıp duruyorum. Kışın güzelliği üzerine kızıma uzun bir söylev çekiyorum. Anlıyormu, yoksa annem işte deyip omuzmu silkiyor içinden çok belli değil. Yada her daim olduğu gibi benim anladığımdan çok daha fazlasını anladığı için mi yüzüme böyle bakıyor. Sonra gülümsüyor ve annesinin bu alışkın olmadığı iş kadını hallerini kendi içinde anlamlandıramadığından olacak etrafta yayılı kağıtlara resim çizmeye başlıyor. Tam çığlıklar atacakken susuyorum. Anın dinginliğine bırakıyorum kendimi. Pazar günü nede olsa. Raporlara resim çizmenin serbest olabileceği tek gün.

2 Aralık 2010 Perşembe

Yol sakin önümde kıvrılıyor, oysa ben hiç sakin sayılmam, direksiyonu tutan elim titriyor, alnımda sıcak yakıcı bir damla ter aşağılara süzülüyor, oysa kış başlangıcı, gaza bastıkça hırıltılı sesler çıkarıyor motor, ben öksürüyorum. Sigaramın dumanı açık pencereden savruluyor, hınç mı öfkemi bir bişey sanki göhüs kafesimde tekmeler atan küçük bir cüceye dönüşmüş, ne yada neden olduğunu bilmeksizin, sağ ayağımı gaz pedalına daha bi bastırıyor. Neden sonra şehir bitip yerine ıssız bir arazi başladığını fark ettiğimde içimden hah işte diyorum. Hadi bakalım. Buradan nasıl dönülür ki. Dönmek, çok geçmeden kaybolup gitmedne fazla dönebilmek. Yada işin içinden çıkılmayacak kadar gitmek. Korku olmasa, az daha sadece biraz daha cesaret olabilse. Korku karlara bulanmış araziyle tavan yapıyor. Burada kalacağım. Kamyoncular cesedimi yol kenarına atacaklar. Gömmeyecekler bile, öylece bırakıverecekler. Arabayı ateşe verecekler. Ama nasıl? Bir araba nasıl patlama kıvamına getirilir. Bir kere araba dediğin kıvama gelmez zira sıvı değil. Yinede patlayabilir. Ya tekerim patlarsa? Korku arazide serbest kalan birşeydir. Serbest radikaller gibi birşey. Birde serbest olmayan hep daralan darlanan radikaller vardır. Bu birinci sorunun cevabı değildi aslında. Sadece dönmeyebilecek kadar gitmekle ilgili idi. Gözlerini kapat. Sakın kapatma. Sen buralara ait değilsin. O yüzden de toprak, yol, tek tük ağaçlar hatta asfalt yol bile yadırgıyor seni. Hayır. Nefes al. Her daim en gerekli eylemdir. Nefes almaya devam et.

1 Aralık 2010 Çarşamba

Aralık Güncesi 1

Neden Okumalıyım?

Birinci soru.

Dün çok berbattı. Hani mesai başlar ve ilerlerken öyle bir hal alır ki artık akşamın nasıl biteceğinden duyduğunuz kaygıdan gittikçe daha fazla çapraşıklaşmakta olan hali çözemez hale gelirsiniz. Telefonlar, talepler ardı arkasına kesilmeyen uçuşan bir sürü belge. Tam da o sırada bozulan fotokopi cihazı, toneri biten yazıcı tuzu biberi olur. Evet yetiştiremiyorum. Yapamayacağım. Olmayacak. Yinede günün sonu atlayıp zıplama becerinize göre görece iyi bir şekilde biter ve ofisten çıkıp arabanıza bindiğinizde trafik de hala bir keşmekeş halini almamışsa kendinizi şanslı hissedersiniz. Dün berbattı. Ama yinede günün sonunda direksiyon başına geçmiş dar sokaklarda cambazlık ederek ilerlerken kendimi yorgun ve iyi hissettim. Buda bitti. Bugünü de atlatıyorum. Zaman. Neyseki geçiyor. İşte tam da o sırada bugüne kadar kendime hiç sormadığım bir soru kafamda belirdi. Neden okumalıyım? Neden okuyorum?
Hiç böyle bir sorunun benzeri bile aklıma gelmeyecek yaşta başladım okumaya. henüz okuma öğrenmeden önce. Benden 15 yaş büyük kuzenimin kabusu gibiydim. Eve her gelişinde elimde tuttuğum kitabı ona uzatıp bana okuması için yalvarırdım. Aslında o kitabı mı seviyordum yoksa ön dişlerinden birinin diğerinin üzerine hafifçe geçmiş olmasındanmıdır kimbilir nedendir okurken çıkardığı sesi mi seviyordum hatırlamıyorum. Okumayı öğrenene kadar kuzenim okudu. Çünkü kuzenlerin en küçüğü bendim ve sevimliydim ve kendimi birkaç evin ve aslında tüm dünyanın prensesi sanıyordum. Sonrasında okumayı öğrendiğimde artık kimseden rica etmek zorunda kalmayacağımın sevinci ile evdeki büyük kütüphanedeki kitapları yavaş yavaş indirmeye başladım. Önce çocuk kitapları. Bunlar neden okuduğuma bir cevap getirmiyorsa da hatırlanması hoş anılar. Öyleyse neden okuyorum? Aslında amaçsızca okudum çok uzun zaman. Sadece okumaktan hoşlandığım için. Son bir kaç yıla kadar. İki temel dürtü ile; merak ve haz. Şansım babamın kütüphanesinin muhteşem oluşuydu. Bütün temel okunması gerekenler. Her baba birşeyler miras bırakır. Benim babamın mirası bırakabileceklerinin en iyisiydi. Bu yüzdende kitapların hepsinden haz aldım. Sadece haz duyduklarımı okudum ve keyif içinde bir diğerine geçtim. O daldan bu dala keyifli sıçramalar dışında ciddi aklı başında bir okuma sürecine girmem gerektiği düşüncesine kapıldım niye sonra. Ama bu düşünceye kapılmak ne getirdi? Hiç. sanırım hiçbirşey. Sanırım kişinin kendini tanımasının en önemli parçalarından biri en temelinde ne kadar ciddiyetsiz olduğunun farkında olmak. Yinede ben neden okumalıyım? Oysa bunu düşünmeme gerek yok. (Hiçbirşeyi düşünmeme gerek yok, nasılsa koşturmaca içinde sürdürülecek bir hayat var, daha eve gidip , gündelik can sıkıcı işler arasında kaybolmalıyım)