30 Ekim 2010 Cumartesi

Ve tepeleme acı, hırs, intikamla dolu herkes gibi Melek de kendine yapılan bu haksızlığın, böylesine kısa bir ömür biçilmesinin farkında olmak, böylesi bir bilginin gereksiz bir zamanda kendisine verilmiş olması haksızlığının yarattığı öfke ile güç bulmaya çalışıyordu. Oysa hastalığı, ki bu hastalık da sayılmazdı, O hasta değildi, sonradan edinilmiş bir rahatsızlık değil di ki bu, doğuştan gelen kusurunun tamda bu kelimede onu terk edişiyle –güç- yatakta uzanmış halsizliğine çare bulmaya çalışıyordu. Elini kaldırmak bile istemiyordu. Çok çok yaptığı ekmek arabasının durduğu kavşağa kadar yürüyüp ekmek almaktı eskiden. Neden sonra evinin önündeki yoldan kavşağa yürümek onu o kadar zorlar hale gelmişti ki akşamları günboyu tarlada çalışan annesi geldiğinde, sanki bambaşka bir hayatı yaşamayı hayal ettiğini anlatır gibi içten ama umutsuz “ekmek arabası keşke kavşaktan dönüp evine önüne kadar gelseydi değil mi anne” demişti. Annesi zamanın bu kadar çabuk geçmesine, sürenin böyle insafsızca hızla tükenmesine öfke ile zar zor yutkunmuş, anlamış, incecik kaşlarını çaresiz kaldırmış, “he ya” demişti, sonra öfkesini gizleyemeden “başka..” diye eklemişti. Annesi babası ve erkek kardeşi tüm gün tarlada, yarıda çalıştıklarından Melek bu küçük iki göz evde, pencerenin yanına çekilmiş yatağında yatarken ve aslında iyi olmayacağını halsizliğin bedenini daha da kuşatacağını bilerek ama yinede bunu hiç dillendirmeden “dinlen de iyileş kızım”larla başlayan sevgi, şefkat, kırık dökük sızlatıcı cümleleri eşliğinde yanı başına koyulmuş, en son çay sürümünden gelen paranın büyük bir kısmı ile alınmış dizüstü bilgisayarı ile oyalanırdı. Aslında pencerenin dışında aşağıdaki büyük yolla iki karayemiş ağacı görünürdü. Melek daha eskilerden çocukluk günlerinde kaldığı denizin hemen yanıbaşındaki diğer evlerini hatırlardı ağaçlara bakınca. Küçük bir tepenin üstünde altından geçen yolun hemen ötesinde uzanan karadenizle sessiz sakin sabahları. Bazı yaz günleri, ev sahiplerinden birinin torunu, onun “şehirli” arkadaşı gelirdi. Karayemiş ağaçlarını, hiç onun kadar suda kalamasada beraber denize girişlerini uzun uzun hatırlardı yatağında. Bazen geçmiş, çocukluğuna ait bir günü bütün ayrıntılarıya hatırlayabilmek neredeyse evin biraz ilerisindenki pınara koşa koşa su içmeye gidebilmiş gibi mutlu ederdi onu. Evin sessizleştiği sabahın erken vakitlerinde önce hangi günü baştan sona hatırlamayı istediğini düşünürdü.Bunlar iyi anlarıydı. Bir de saatlerin tükenmek bilmediği ikindi vakitleri vardı. Hep bulutlu gökyüzünün zaman zaman hırçınlaşıp grileştiği, denizi göremese de kabarıp dalgaların yolu dövdüğünü hissettiğ zamanlar. Sahil yolu. İçinden ilçe geçen sular. Her derenin kenarında bir köy. Daha büyükse su, ilçe. Daha da büyükse şehir. Uzun yolculuklarla hastanelerine gittiği şehirler. Hastane kokusu. Kan alan kan veren asık suratlı yaşlı hemşirelerle dolu. En çok aldığı havanın artık onun için oksijeni olmadığını hissettiği zamanlar. Durup bir soluklanma hayatının uzun vakitleri neredeyse devam etme ile atbaşı gitmişti. Şimdi hatırladıkça içini kızgınlıkla dolduran çok nadir iyi hissettiği anılar. Ekmek arabası köşeden evinin önüne dönse. Hayat 18inden sonra da devam edebilse.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder