18 Haziran 2010 Cuma

Gece köyde ışıksız, elektriksiz ve sessiz. Herkes herşey uyuyor gibi. Daha derinlerde başka türden varlıkların ıslığı dolanıyor. Akşamüstü yağmurundan arta kalan bulutlar tüm yıldızları örtüyor. Oysa, bu haliye şehirli yaşamımın bana sunduğu kirli aydınlıktan kurtulurum sanmıştım. İlerdeki büyük ağaçlıklı tepenin hemen ardı sıra dizili üç hane zifiri karanlıkta, birinin önünde zayıf bir ışık belli belirsiz yanıp sönüyor. Sigaramın kızıl ucundan beliren silüetim görünüyormudur. O kadar ilerden bile. Herkes neden bu kadar erken uyur ki. Gündüzler bizim, gece onların. Ve insan bedeni en çok melatonini 23 ile 24 salgılar. Öylemi cidden yoksa beynimde uçuşup duran bir gerçek dışı veri daha mı. Ne fark eder. Şimdi buradayım ve ciddi bir karanlıktayım. Ey beynim, durma salgıla melatonini. Ama işte uykuda değilim neylersin ki. Ayakta durmuş sigara içiyorum, hemde köy evinin ahşap kapsınını aralığında. Korkuyorum hem, alışkın olmadığım karanlık duygusundan. (Karanlık bir duygu değildir! peki uzak? uzak bir duygumudur?) Eğer yeteri kadar ortama uyum sağlarsam bu yığının içinde tamamen gözden yitebilirim. Bu evin tuğlalarını dedem pişirirken annem çocukmuş. Şimdi benim kızımın olduğu yaşlarda. Ve bütün bir kış dönemi hep uzaklarda olan babasının yazın ilk günlerinde gelişinin keyfini çıkarmaktaymış. Oyun gibiymiş ona göre herşey. Tuğlalardan evin çatısına en yakın olan giriş kapısının üstünde bir tanesine kendi adını diğerine ablasınınkini yazmış. Yazmayı yeni yeni öğrendiği dönemler. Annemin çocukluğunun büyük bir kısmında köyde elektrik yokmuş. Gaz lambalarının isini nasıl her akşam temizlemekle görevli olduğunu anlatışı. Şimdi aynı evde ben, kapının yanında birazdan içeriye girip dizüstü bilgisayarımı açıp birşeyler yazacağım. Tüm hayatım boyunca annem kadar radikal bir değişime şahit olup olamayacğımı düşünerek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder