11 Ekim 2010 Pazartesi

Kasım.

Çıplak ayaklarımı şişman berjerin köşesine doğru sallıyordum. Her seferinde ahşap ayağına çarpmasına ve kırık yeri incecik sızlamasına rağmen. İkindi vakitleri. Evde hiçbirşey yapmayabilmek lüksünden bunalmış, karşı binanın çatısını izliyordum. Ev devasa bir üçgendi aslında, tepesi kapı ile sonlanan. Ev Apartmanın 6cı katındaydı, ve apartmanda şehrin en gürültülü sokaklarından birinde. Yinede ahşap çerçevelerden sızıp gelen yağmur ve toz kadar ses de insanı rahatsız etmiyordu. Alışıyordu insan. Evin eskiliğinden buldan perdelerin kalınlığına. Kapat gözlerini ve böyle kal. Salı sabahı misafirlerin gelecek. Yanmayan kaloriferler. Her daim soğuk, biçimsiz bir ev burası. Elimdeki kitabı sehpaya bırakıp ayağa kalktım. İlk taşındığımız günlerde açıkta duran kabloyu televizyonun arkasına bağladık ve birden bir sürü kanal çıktı. Bu küçük, garip isimsiz bir mucizeydi aslında yorgunluğumun üstüne. Sonra ki günlerde televizyonla biçimsiz ilişkim gündüz, gece ve istikrarsız saatler boyunca sürdü gitti. Kafamdaki tek soru işaretinin günlük alışverişimi alt sokaktaki marketten mi yoksa hemen köşebaşındaki bakkaldanmı yapmam gerektiği konusu olana dek seyrelttiğim biçimsiz hayat. Birkaç adım 55 ekran televizyona doğru. Kayınvalidenin beşyüzbin kupon biriktirip, sonrasında da ciddi mücadelerle kimbilir nerelerde o kuponların karşılığını almak için beklediği ve karşılığında alıp çeyiz olarak oğluna verdiği televizyon. Hiçbirşeye itiraz etmemiştim. Sadece bu semtte ve bu şehirde yaşamak istemiştim. Ve bu apartman dairesini kiralamadan hemen önce müstakbel eş adayı ve emlakçı ile birlikte dış kapıdan hemen içeri girdiğinde insanın karşısına çıkıveren geniş sahanlıktaki boy aynasında kendi görüntümün, ama nedense o anki değilde çok sonraki bir andaki görüntümün acıyarak ve yorgunluktan bitmiş bir ifadeyle yüzüme baktığını göre göre. Kader çizgisi zaman zaman helezoniktir.
Evin en güzel yanı akşamları izlenen bitip tükenmez yabancı dizileri değil, Pazar günleriydi. Üç gazete alınır, az resimli ve bol ekli olanlardan, sessizlik ve kahve eşliğinde tüketilir. Hiç konuşulmadan ve ara ara parmaklara bulaşan boyaları temizlemek için banyoya sükut dolu sortiler yapılan. Okuduğumuz şeyler üzerine konuşmazdık. Çünkü eşim için konuşulacak şeyler konuşulmuş, yazılacak şeyler çoktan yazılmıştı ve bitmişti. Üzerine söylenebilecek, yada anlamaya çalışılacak bir şey kalmamıştı. Hele benimle yada bana. Bir akşam; içgüveysi olarak gittiği boğaz kenarındaki evinde konuk olduğumuz, amerika’da sinema ve televizyon üzerine mastır yapan arkadaşı en sevdiği türk yönetmeni sorduğumda kısık kıstırılmış gülümseyişiyle “sinan çetin” diye cevaplayınca, yüzümde beliren dehşetengiz tiksinme ifadesi kendisinden başkası tarafından anlaşılacak diye sıtmaya tutulmuş gibi konuşmaya başlamıştı. Eşim nadiren konuşurdu. Ama hep kaygı duyardı. Ve bu kaygının tek bir odağı vardı, işi. Hergün işten atılacağını, bir sürü hata yaptığını söylerdi. Bu diğer işarkadaşları ile buluştuğumuzda da tek konu olurdu. Öyleysine teknik konulardan sohbet açılırdı ki, sigara içmek için başka bir yere geçtiğimde –çünkü ben hariç kimse sigara içmiyor olurdu- kendime tiryaki olduğum ve buda bana dayanılmaz ziyaret sırasında nefes alıp yalnız kalabilecek bir ara şansı verdiği şükrederdim.
Birkaç kanal arasında gidip gelirken, beş esaslı adım daha attım. İyi bir ev kadını olamamıştım. Akşam yapacak bir yemek gelmiyordu aklıma. Yürümeye devam ettim. Günün geri kalanını aynı şişman berjer üzerinde geçirebilir, sadece karşı çatıya konabilecek martıları bekleyebilirdim. Bu kendine ait gereksinmelerin tümünü bir başkası tarafından karşılanabilmesi lüksünü elde etmemi sağlayan kalınca yüzüğün parmağımdaki ağırlığına aldırış etmeden uyuklayabilirdim bile. Oturdum. Gözlerimi kapattım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder