29 Mayıs 2010 Cumartesi

Sadece yorgun ve yaşlı hissediyordum kendimi patikaya vardığım zaman. İlçenin birkaç km doğusundan başlıyordu stabilize yol, ordan biraz daha ilerleyip güneye hemen kenardan da patika yolun girişi vardı. Büyük çam mevkii. Tapu da böyle yazmışlardı. Nerede bu büyük çam, zaten her taraf çam işte, büyüğü var küçüğü var hiç bir şey anlaşılmıyor. Omuz silktim içimden. Hava Mayıs ikindisinin nemli yapış yapış boğuntusunda. Öyle deme, eski kayıtlar daha kötüymüş, mesela şöyle başlıyormuş “dereye doğru başlayan büyük sırta dönüldüğünde karşıda görünen açıklık arazinin..” yada keçiyolunun ilerisindeki küçük değirmenin önünden..” Zaten bu yüzden de fermansı tapuların hiç biri kabul edilmemiş. Buranın toprak sahipleri, ‘zilyetlik’ iddasında bulunabilmişler sadece. Yani ben yıllardır bu boş topraklarda oturmaktayım, kullanmaktayım, demekki benim oldu artık, diyebilmişler.
Osman’ın ilçe merkezindeki kereste dükkanında oturuyoruz,ince sarı bıyık bırakmış Osman, hiç hatırlamadığım çocukluk anılarmızdan bahsediyor, gülümseyerek başımı sallıyorum, esmer orta boylu topluca bir karısı var, sinirli ince bakışlarını üzerimde gezdirirken bu çocukluk anılarının gevşek özlem dolu anlatılışına kulak kesiliyor, uzak bir akrabanın kızı sıfatı ile dükkanda bulunmamdan çok hoşlanmamış bir halde. İki küçük kız çocuğu anneleri yerine babalarının ayaklarına yapışmış çekiştiriyorlar, sevimliler, osmanın ablasına benziyorlar, Osman’la Serabı o halleriyle hatırlıyorum ben daha çok, koşturduğumuz merdivenleri, büyük site içindeki evlerinin bahçesini. Serap bir keresinde yanan kapıcılarını anlatmıştı, kazan dairesinden alev halinde çıkışını adamın, bağırarak yere düşüşünü. Nedense onlarla ilgili bir tek bunu hatırlıyorum net olarak, kazan dairesinin girişinden adamın düştüğü yere kadar adım adım bu felaket rotasını izlemiştik. Tabii Osman çok daha küçüktü o zaman. Bir de ablası kızdığı zaman bacağındaki morluğu kastederek bağırırdı “moruna basıcam şimdi”. Oysa osman dört kız kardeşten sonra gelen küçük prensti. Defalarca denenmiş, hepsi kötü bir eskiz gibi evde büyüyüp boy atmış dört kız. Ama Osman çok daha fazlasını hatırlıyor, anlatıp duruyor. Konuya gelene kadar ikinci bardak çay yandaki çaycı dükkanından ellerimize tutuşturuluyor, oysa üst kat evleri, nedense karısı sadece oturmayı tercih ediyor.
“Sizin araziyede mi orman el koydu?”
“Koydu evet, üstelik iki çaylığın arasını. Ki yazıyorda iki kullanımdaki arazinin arasındaki ağaçlık, orman sayılmaz diye, ama dava açacağız, aldık fotoğrafları, hatta uydu fotoğraflarını bile bulduk, onlarıda ekleyeceğim dilekçeye.”
Sessizlik. Dışardan denizin hırçın dalgalarından doğru nemli bir rüzgar dükkanın açık kapısından içeri, yanımıza kadar giriyor. Gitmeliyim.
“Demek amcan satıyor araziyi?”
“Satıyor sanırım. Geriye ben kaldım bir tek. Ağabeyimde yurtdışında biliyorsun.” (biliyormu, herkes bilmek zorunda mı, yoksa zaten herkes herkesi birşekilde bilir mi)
“Evet, duymuştuk, çok zaman oldu, iyi sen döndün.Ey gidi hoca Muhammet, en küçük toruna kaldı ha herşey” gülümsüyor Osman. Benim zalim kaderime gülümsüyor. Toprakların ansızın ve amansız kalakalışına. Şimdi uzun topuklu ayakkabılarımla o keçi yolundan yukarı nasıl çıkacağımı düşünüp gülümsüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder