11 Temmuz 2010 Pazar

İnsansız geniş caddeye şaşkın bakarken, kentin buruk ekşi kokusuna alışmaya çalışıyordum. Burası Cumhuriyet caddesidir, yada Atatürk caddesi, bütün taşra şehirlerinin en büyük caddelerinin adı hep aynı değilmidir. Yada zaten tek caddeleri yokmudur hepsinin. Ama bu kentin üç caddesi vardır, devasa bir üçgendir caddeler aslında. Üçgenin içinde kalan ara sokaklar. Şehre yeni tayin olmuş her devlet memuru gibi, esmer taksi şöförüne “öğretmen evine” diyerek terminalden taksiye binmiştim. Sabahın erken saatleriydi, Taksici beni bir yol ağzında bırakıp eliyle karşı binayı göstermişti. “öğretmenevi abla.”

Genişçe bir giriş salonunda yılışık resepsiyon memurunun bıyıklı gülümseyişinin önünde memur kimliğimi çıkardım.
“Siz bir kahvaltı edin, üst asma katta, o sırada oda da hazır olmuş olur.”

Açık büfe kahvaltı tanımı. Zeytin, peynir, çay. Lükse kaçıp domates ve salatalık da koymuşlar üstelik. Hepsinden bir parça alıp, aynı otobüsten inip buraya geldiğim diğer birkaç kişi gibi kenarda bir masaya yerleştim. İki çocuklu bir aile ile, şişman kısa kıvırcık saçlı 40 yaşlarının başında bir kadın. Demek ki tek yalnız kadın değilim. Bu iyiydi. Ama muhtemelen bizi aynı odaya vereceklerdi. Buda iyi olmayan kısmıydı. Kadının pembe tişörtünün hayli açık dekoltesi, esmer teninde yapay duran sarı saçları iddialı bir görünümden çok tuhaf bir rahatlık, kaygısızlık veriyordu. Muhtemelen anlatacak hikayeleri vardı odaya çıktığımızda. Benim varmıydı. Olacakmıydı. Tabağıma koyduğum üç zeytinden sadece birini yiyebilmiştim. Ama çay güzeldi. Doğunun tüm çaylarında olduğu gibi kaçak çayın ekşimsi acılığı. Karadeniz damağına aykırı gelir aslında. Bunalmıştım. Masadan kalkıp aşağı indim, eşyalarını girişteki resepsiyonun yan tarafına rahatça bırakan aile gibi bırakıverdiğim çantama bir göz atıp dışarı çıktım. Hala saat dokuz olmamıştı ve Kent kuru bir sıcağın altında kavrulmaya çoktan başlamışken sokaklarda kimse yoktu. Bir kenti nasıl tanımalı. Tabii ki yerel gazetelerinden. Yürüdüm. “aa orası doğunun parisidir.” Tayin olduğumuz her doğu şehri için kurulmuştu bu cümle. Şimdi doğunun parisinde yürürken insansız geniş kaldırımda gazete satan bir yer bulmak umuduyla gittikçe uzaklaşıyordum. Birkaç giyim mağazası. Beyaz eşya satan dükkanlar. Bir elektrikçi. Bir lise. Sonunda caddenin ikiye çatallaştığı bir yol ağzında sigara ve gazete satan küçük bir büfe. Önüne yanaşıp gazetelere baktım. İçerden yaşlı sakallı bir amca yüzüme tasvip etmez bir bakışla bakıyordu. İki ulusal gazete-birbirine zıt siyasi görüşleri olan- ve bir yerel gazete. Yaşlı amca kalın beyaz kaşlarını çatarak biraz daha dikkatli yüzüme bakıyordu. Yabancıyım işte, bunları alma özgürlüğüm var hala. İki pakette heryerde bulunmaz sigaramdan alıp geri döndüm. Gittikçe daha şiddetlenen güneş beynimi kavururken adımlarımı hızlandırdım. Zaten görülecek bir şey yokmuş. Yol ortasında iki ağaç. Bu mu yeşil dedikeri. Aa orası yeşil bir şehirdir. Öğretmenevine girdiğimde şiddetli bir mide bulantısı başlamıştı, işte beyin kanamansı oldum hezeyanlarımı tetkikleyerek, yılışık resepsiyon görevlisi yerini daha genç birbaşkasına bırakmıştı, sessizce anahtarımı uzatı ve “ikinci kat” dedi.
İkinci kat. İkiyüzbeş numaralı oda. İki kişilik. Doğru tahmin etmişim. İçerde Kıvırcık saçlı esmerden bozma sarışın kadın yatağın üstüne oturmuş birşeyler okuyordu.
“merhaba”

Biliyormusunuz son 18 saattir iletişim kurduğum ilk insansınız. Resepsiyon görevlisi ve taksiciyi saymayın. Uzun otobüs yolculuğunda da yanımda oturan kadın rustu, muhtemelen bildiği türkçe kelimeler de bana sarfedeceği türden şeyler değildi. Bu yüzden hiç konuşmamayı tercih ettik ikimizde.

“Merhaba” dedim cevaben. Bana bıraktığı köşe tarafındaki yatağa oturdum. Onbeş dakika sonra, kadının kentin uzak köylerinden birinde öğretmen olan üvey kızkardeşini ziyarete gittiğini, bu arada da kentte yaşayan okul arkadaşını birkaç saat ziyaret edeceğini ve hemşire olduğunu, Kuşadasında yaptığı tatilden yeni geldiğini ve tabiiki üstünü değiştirip daha kapalı şeyler giyerek çıkacağını anlatmıştı. Ben ne anlatmıştım. Hava sıcaktı. Oda da klima yoktu. Yatak örtüsü dışındaki herşey toz içindeydi ve nefes alırken kuru hava ile birlikte insanın boğazına yapışıyordu. Kalktım yataktan. Yüzümü yıkayıp yatakların karşısındaki komidine baktım. Kadın çıkmıştı odadan. Babam bir gece yarısı ölmüştü, ben uyurken, çığlıklarla gözlerimi açmıştım. Gözümü aralayıp etrafa baktığımda aslında hiçbirinin gerçek olmadığını ve uyanacağımı tekrarlayıp durmuştum kendime. İlk birkaç gün sürekli. Daha sonra araları açılarak yinelemiştim. Aynaya baktım. “Hala uyanabilirsin. Geç değil.” dedim kendime 21 yıl sonra.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder