5 Eylül 2013 Perşembe

Benim babam sıradan bir devlet memuruydu. Üç çocuğu ve karısı ile birlikte tüm mücadelesi aybaşını getirebilmek olan. Büyük bir kütüphanesi, ve asla gerçekleştiremeyeceği emeklilik hayalleriyle. Babamı banyoda traş olurken izlerdim sabahları, esmer geniş yüzüne bakıp bir gün emekli olduğunda nasıl yaşlanacağını hayal etmeye çalışırdım. Ama bir türlü bu yüzün nasıl yaşlanacağını gözlerimin önüne getiremezdim. Anneme bakardım, onun saçlarının beyazlaşmış, mavi gözlerinin etrafı kırışıklıklarla dolmuş hali gözleriminin önüne geliverirdi hemen. Babamı yaşlandıramazdım. Yaşlanmadı da. Hayallerini bana miras bırakıp gitti. Bir gün emekli olduğunda şimdi terasında oturup karadenizi seyrettiğim yerde olan eski ahşap evin küçük camlarından ormanı izlerken yazacağını düşlerdi. Bana öğretmediği anadilinde anlatırdı. Anlarmıydım. Kelimelerini değil. Ne anlattığını. Annemin (nasıl naif ve güzel bir kadındı o zamanlar) gülümseyerek, anlamıyor ki çocuk deyişine aldırmadan. Babam ne hissettiğini anlayacağımı bilirdi. Esmer ortaboylu bir adamdı sadece, benim için dağ gibi bir adamdı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder