18 Nisan 2013 Perşembe


         Genişçe bir salonun iki ucundaydık. Onların tarafında iki tane masa uzunlamasına yanyana konmuştu. Etrafında yüzleri bana dönük oturan altı yedi kişi. Yüzlerinde bütün gün o masada oturup soru sormanın yorgunluğu, birkaç ahbap bir araya gelip eğleniyoruz işte halleri. Ceketler bir kaç saat önce çıkarılıp sandalye arkalarına asılmış, o da yetmeyince gömlek kolları kıvrılıp dirseğe kadar katlanmış, masada duran pembe dosyaların üzerinde plastik çerez tabakları, bir kaç su bardağı.  Günün sonu, yapılacak son mülakat olarak ben içeri girdiğimde bir kaçı başlarını kaldırıp beni süzdü, birkaçı kaldığı yerden sohbetine devam etti. İlerleyip benim için yerleştirilmiş küçücük masaya oturdum. Üzerinde küçük bir peçete ve dolu  su bardağı. Bu küçük masaya oturmak için üç yıl geçirdim. Üç yıl, sınavlar, kanunlar, tebliğler, mide kanamaları, en uykulu halinizde sizi zıpkın edecek vitamin hapları ile geçti. Ne kadar önemli şahsiyetler olabileceğimize dair kabartılıp, ne kadar aşağıya inebileceğimize dair korkutulmak arasında sallanıp durduk. Her ikisi de anlamsız değil miydi? Adamlardan biri, benimle konuşacağı aralarında önceden kararlaştırılmış olanı, bir şeyler sormaya başladı. Elinde pembe bir dosya tutuyordu, arada içindeki kağıtları karıştırıyordu. Bütün bir geçmişim elindeydi sanki, safha safha yaptığım her işle ilgili birşeyler sordu. İlk soruda sesim, beynimin komutlarına itaat etmedi, ağzımı açsamda öyle kalakaldım daha çok, sonra sesimin çıkmadığını fark ettiğimde beynim de birden bütün bir geçmişi unuttu. Neydim. Kimdim. Ne diyecektim. Adamlardan bir diğeri, gülerek birşeyler söyledi. Bir başkası bu halime acıyarak yine geçmişimle ilgili birkaç birşey söyleyince yavaş yavaş çözülmeye başladım. Bir üçüncü diğerine “evet salla, salladıkça dökülüyor” dedi gülerek. İlk konuşan adam ardı ardına sürekli sormaya başlayınca bende sürekli konuşmaya başladım birden. Hapşırmaya başlayınca dek. Birkaç kere hapşırdım ve yeni aldığım siyah daracık ceketin henüz açmadığım ceplerinde kağıt mendil olmadığını hatırlayana kadar da kendimi kötü hissetmedim. Ceketin kapalı ön düğmesinin iyice daralttığı bedenim patlayıverecekmiş gibi hissediyordum. Sonunda burnumun da akmaya başladığını çaresizlikle hissedince birden bütün ciddiyetimi yitirdim. Oldukça sakin su bardağını kenara çekip altındaki peçeteyi aldım ve burnumu sildim. Nasılsa kaybedecektim. Son bir soru daha sorduklarında, rahat rahat soruda geçen durumda yapabileceklerimi en ağır şekliyle anlattım. Asardım, keserdim ve ibreti alem olsun diye meydanda sallandırırdım öyle bir durumda. Rahatlamıştım. Hepsi gülümseyerek beni dinliyordu. Başlangıçta ki alaylı hallerinin tersine teşekkür ettiler mülakatın bittiğini ifade ederek. Kalktım ve kapıyı açmak üzere elimi uzattığımda içlerinden biri adımla hitap ederek seslendi ve ekledi “sen yine de elindeki kılıcı bu kadar keskin sallama”. Kazanmıştım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder